… Dil, kalabalığa karışıp bir şeyler söylese de vicdanla baş başa kalan gönül
razı gel(e)miyor dilin lafın gelişine mırıldandıklarına. Asıl olan gönülden geçendir.
Bunu da hayatımıza şahit olan komşularımızın
gönlünde nasıl bir iz bıraktığımız belirliyor.
Son zamanlar, zor zamanlar insan(lık) için. Kalabalıklar içinde yalnızlık, yalnız kaldığımızı zannettiğimizde sanal ortamın eğlendirici, rahatsız edici, sıkıcı, neşelendirici bazen de tiksindirici kalabalığı… Bu ortamda sevgi ve saygının temellendirdiği ilişkileri kurmak zorlaşıyor. İnsanı insan yapan duyguların bazıları törpüleniyor, yozlaşıyor, sisin pusun gölgesinde kalıyor, yok oluyor…
Artık kalabalık şehirlerde, bir köyden daha fazla nüfus barındıran binalarda yaşıyor insanlar. Büyük binalarda kapılar birbirine çok yakın. Dışa doğru açılan iki kapı olsa açıldıklarında neredeyse birbirlerine değecekler. Bazen şehir hayatının resmi ve soğuk yüzü, bazen de içine ne doldursan alacak gibi duran “zamanın ruhu” kavramı; kapı komşusu ilişkilerinin alışılagelmiş kalıplarını kırıyor. Bazen yeni toplumsal kalıplar, kurallar getiriyor. Bazen de “Bana dokunmayın, benden de bir şey istemeyin, ne haliniz varsa görün” dercesine insanı dizginlenemez, serseri huylarıyla baş başa bırakıyor. Hatta bu serseriliği ve başıbozukluğu teşvik eden ortamlar sunuyor kalabalıklara. Bu süreç, kadim insanlık geleneği ve toplumsal hayatın vazgeçilmezi olan birçok alışkanlığın sahneden çekildiğini gösteriyor.
Özellikle şehirli hayatta rolü azalan kavramlardan biridir komşuluk. Kırsaldan ya da mahalle kültüründen; insanın kendisini daha yalnız, daha özgür, daha bağımsız, daha sorumsuz, daha çaresiz, daha çevresiz, daha yapay, daha samimiyetsiz… hissettiği kalabalık binalara taşınırken yolda düşürdüğü, “bir daha lazım olmaz” diye de dönüp almadığı eski bir alışkanlık halini aldı komşuluk.
Komşuluk doğrudan “yakın mekân” ilişkisi üzerine kurulmuş toplumsal ve sosyal bir olgu aslında. Bazen (belki de) iyi bir komşu, akrabadan daha değerli hale gelir. Akrabanın yetişemediği yerde komşu imdadına yetişebilir insanın. Bir yangın haberini akrabalar duyana kadar komşular söndürmüştür bile. Acil bir durumda ambulansın önünde komşun gider seninle. Çünkü elini uzattığında tut(un)abileceği mesafededir komşu.
İnsan güvenebileceği, samimiyet kurabileceği, yüz yüze bakıp tanış olabileceği kimseler istiyor etrafında. Yapılmaması gereken bir şeyi, bile bile yapmayacağına güven(e)bildiği bir insan olsun istiyor yanı başında. Bu, çok ciddi bir güven ve güvenlik ihtiyacı aslında. Vardır ya hani evinin anahtarını gönül rahatlığı ile teslim edebileceği; çocuğunu kısa süreliğine de olsa emanet edebileceği; çocuğunu okuldan alırken “benim kızı da alabilir misin” derken aklına hiçbir şüphenin gelmediği; kedisine, çiçeklerine göz kulak olabilecek insanlar. İşte aranan komşulardır onlar. Kısacası insan etrafında “iyi insanlar” olsun istiyor. Günümüzde hâkim olan şehir hayatındaki insan ilişkilerine baktığımızda haksız da sayılmaz. En çok ihtiyacımız iyi insana, iyi komşuya var.
Yüzünü en çok gördüklerimiz, sesini en çok duyduklarımızdır komşularımız. “Hadi çay var buyurun” diyebileceği; ya da samimi davete tereddütsüz icabet edebileceği, “iyi ki sizin gibi komşularımız var” diyebildiği insanlara her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.
Kalabalıklar içinde yalnızlık çektiğimiz bu devirde herkese acil lazımdır böyle komşular. Ancak sadece fiziksel yakınlık bu ilişkinin kurulmasını sağla(ya)mıyor. Buna talip olmak da gerekiyor.
Köy ve geleneksel mahalle hayatını bilenler komşuluk ilişkilerini de iyi bilirler aslında. Komşu komşuya bir şey satmaz mesela. Çok olsa ödünç verir. Çocuk yürüyüp biraz kendisini ifade etmeye, çevresini tanımaya başladığında “hay maaşallah, yumuşluk olmuş” denirdi Karadeniz de. Yani komşuya gönderilip bir şeyler alınıp verilebilir yaşa gelmiş demekti yumuşluk. Yumuşluk olmak biraz büyümek demektir aslında.
Gerçek komşular varsa; mahallede her çocuğun dolaylı da olsa velisi, hamisi var demektir. “Bana karışamazsın” diyemez çocuk komşularına. Hatta kendisini koruduğunu, kolladığını görünce saygı duyar. Mahallede bir sosyal kontrol vardır. Samimiyetin sağladığı huzur ve güven ikliminden herkes nasibini alır. Gece yarılarına kadar sokakta oynayan çocuğundan kimse endişe etmez. Mahalledeki yetişkinlerin gözü, mahalleli her çocuğun üstündedir çünkü.
Gerçek komşunun kıymeti bu günlerde daha iyi anlaşılıyor. Bütün tedbirlerimize, teknolojik takiplerimize rağmen çocuklarımızı en yakın komşularımızdan ve ne yazık ki bazen en yakınımızdan koruyabildiğimizden emin olamıyoruz. Zaman makinası, teknoloji, aklın yetişemediği bir hızla ileri doğru sarıyor hayat filmini. Birçok insani değer gibi komşuluk da bu film rulosunun arasında kaybolup gidiyor.
Hey gidi günler dediğimizde özlediğimiz eski zorluklar ve yokluklar değildir aslında. Samimiyeti, riyasızlığı, saflığı, temizliği özlüyor insan. Çat kapı girebildiğimiz komşuluk ilişkilerini, gülümseyen gözleri, başköşeye davet edilmeyi, aileden sayılmayı özlüyor. Bir komşunun ivedi bir işine el atmak gerektiğinde kendi işini bırakıp hiçbir menfaat beklemeksizin koşabilmeyi, birisinin derdine derman olabilmeyi, yarasını sarabilmeyi, eskilerden konuşabilmeyi özlüyor.
Komşuluk ilişkilerinin zayıfladığı, sanal ilişkilerin insan hayatının önemeli bir kısmını işgal ettiği günümüzde bu kavramların işlevlerini de sanal âleme taşıma cabalarının olduğunu görebiliyoruz. Ancak bu kavramlara bağlı roller sosyal ağlar üzerinden kurgulanamıyor, kurulamıyor. Aslında sanal ortamda iletişim kurduğumuz insanların bırakın komşuluklarından, dostluklarından ya da doğruluklarından emin olmayı; kimliklerinden bile emin olamıyoruz. Yapılan sosyal deneylerde; özellikle gençlerin oluşturdukları sanal hesaplarda gerçek kimliklerini çoğunlukla gizledikleri ifade ediliyor.
Nasıl sarılır bu komşusuzluk yarası?
Öncelikle gerçek yüzünü hiç görmediğimiz sanal arkadaşlara ayırdığımız vakti, gerçek komşularımızla daha iyi ilişkiler için ayırarak başlamak lazım işe. Sanal arkadaşlarımızla ne kadar samimi olursak olalım komşumuzun gösterebileceği hızlı refleksi göstermesi mümkün ol(a)mayacaktır. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” “Ev alma komşu al.” Bu sözler asırlık tecrübelerden damıtılmıştır.
Bu dönemdeki komşuluk ilişkilerinden şikâyet eden ve önerilerde bulunanlarda durum nasıl? Mesela İlahi emir gereği komşularına iyi davranıyorlar mı? Peygamberimizin (sav) “Cebrail bana komşu hakkında o kadar tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.” hadisinde öne çıkan komşuluk değeri var mı bizde? Ya da Nebi’nin (sav) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” ikazı ne kadar ilgilendiriyor bizi. Ya da aç yattıklarını bildiklerimiz ne kadar keyfimizi kaçırıyor. Sahi ne yapıyoruz onlar için.
İyi komşular bekleyebilmek için öncelikle iyi komşu olmayı hak etmek gerekir. Güvenli komşu arıyorsak öncelikle bizim güvenli insan olmamız gerekir. İyi olmayanın başkalarından iyilik beklemesi beyhudedir.
İletişim çağının doğal sonuçlarından birisi de dünyanın küçük bir köye dönüştüğü gerçeği. Ve bu iletişim sâyesinde dünyanın öbür ucundaki insanın durumundan da haberdar oluyoruz. Evet, komşulukta fiziksel yakınlık ön planda. Ancak artık iletişim sayesinde dünyanın öbür ucunda da komşularımız olabiliyor, onların aç yatanlarından da haberdar olabiliyoruz. Ancak zamanın bencillikle yoğurduğu ve bize dayattığı gündem bizi bazı insani duygulardan uzaklaştırıyor; ya da arkasına fillerin bile sığabildiği bahane dağları üretmemize katkı sağlıyor.
Birbirine çok yakın kapıları olan, ancak olması gerektiği gibi yakın komşulukları ol(a)mayan bir binada oturuyorum. Bir gün kapı çaldı, açtım. On yaşlarında bir çocuk, elinde bir su bardağı. “Bir bardak şeker alabilir miyim?” dedi. Küçük bir şaşkınlıktan sonra çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Öyle özlemişim ki gerçek komşuluk ilişkilerini ve samimiyeti. Komşudan istenilen bir eksiğin ona yük olmadığını, aksine ona komşusunun yükünü alma şansı verdiğinin farkına varıyor insan. Yakın tarihlerde yaşanan pandemi ve deprem afeti bu duyguları ne kadar kaybettiğimizi ve ne çok ihtiyacımızın olduğunu derin ve acı bir tecrübeyle hissettirdi.
Mustafa Kara Hocamız; “Toprağa ayak basmalı insan. Evinden adımını atınca toprak karşılamalı insanı” diyor. İnsanın fıtratında var sanırım bu duygu. Gösterişli binalarda beş yılda edinemediğiniz komşuluk ilişkilerini, bahçe komşunuzla bir saatte kurabiliyorsunuz. “Gel komşu çay içelim” deyince tereddüt etmiyorsunuz. Sanırım toprağın; tohumların aslını bozmadan genetiğine uygun olarak büyümesini sağlaması gibi, insan ilişkilerini, komşuluk hukukunu da onaran bir tarafı var. Nihayet toprakta ve insan vücudunda bulunan elementlerin büyük oran da benzerlik göstermesi de bunu doğruluyor.
Komşu(luk), şahitliktir aynı zamanda.
Bu iki kavram da çok yakın komşudur.
Musalladaki mevtanın önünde duran hoca, dünya hayatıyla ilgili en son şahitliği yine komşulardan ister. “Âli hayatında ve kemali sıhhatinde nasıl bilirdiniz?” Zahiri de batını da Allah zaten biliyor. Ancak komşular da musalladaki mevtanın dünya dünyada şahit olduklarına, gördüklerine ve bildiklerine göre şahitlik ediyorlar. Bir de ”Komşuluk haklarınızı helal eder misiniz?” diye sorar hoca. Bilindiği gibi bir Mü’minin kul hakkıyla İlahi huzura varması istenmez. Komşuların bazıları içtenlikle, bazıları da usulen haklarını helal ederler, “helal ettik” derler.
Aslında imkân olsa da komşuların; hocaların, “Haklarınızı helal eder misiniz?” sorusuna karşı dilleriyle verdikleri cevap kadar, gönüllerinden ne geçtiğini de bilebilsek. Dil kalabalığa karışıp bir şeyler söylese de gönül razı gelmez bazen. Asıl olan gönülden geçendir. Bunu da hayatımıza şahit olan komşularımızın hayatında, gönlünde nasıl bir iz bıraktığımız belirliyor.
Zor değil aslında. Bizim Yunus’un dediği gibi aslolan bir gönle girmektir. Gönül sihirli bir kavramdır. Bir insana “alçak” deseniz hakaret sayılır; “alçakgönüllü” deseniz büyük iltifat etmiş olursunuz.
Her şeye rağmen bir gönüle girebilmek, orada mekân tutabilmek önemli. Bir dostun, bir komşunun gönlünde yer tutabilmek…