Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Mehmet Âkif…

EKLENDİ

:

İnsanı duygulandıran, derinden etkileyen, ötelere  taşıyan; kâh ağlatan kâh güldüren söz üstâdı…

Edebiyâtı, okuyucunun his dünyasına sokan, okundukça kişide iz bırakan, hem dönemine ait hem de çağını aşan, eskimeyen yapıtlarıyla bizlere sesleniyor büyük şâir.

Nazmı hayat kadar gerçek, hayatı şiir kadar hassas bir mütefekkir…

“Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım:
O gün akşama kadar İslâm’ın garipliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım…”

Kırımlı bir müslüman olan Atâullah Behaeddin’in içindeki Payitaht sevgisinin âdetâ aşka döndüğü bir zamanda, İstanbul’a gelmesi ve kılmış olduğu bayram namazında camide karşılaştığı nahoş manzara karşısında(cemaatin azlığı) duygularını böyle lirik bir şekilde ifâde etmesi üzerine “Umar mıydın” isimli içli ve sitemkâr şiirini kaleme alan hayat şâiri…

“Sen ey biçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümit ettin;

Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.”

Umar mıydın: Cemaat bekleyip durdukça minberler,

Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?

Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtap?

Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrap?

Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,

Şu viran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?

Ahde vefâya ehemmiyet gösteren dosdoğru, mükemmel, örnek bir şahsiyet idi Âkif…

Bir arkadaşı ile buluşmak üzere randevüleşirler. Fakat o gün hava öyle bir yağmurludur ki İstanbul’da gemiler dahi işlememektedir. Arkadaşı, “Âkif nasıl olsa bu havada gelemez” diyerek buluşma yerine gitmez. Fakat Âkif, sözüne sadıktır. Bir müddet bekler ve geri döner. Arkadaşı Âkif’in geldiğini sonradan öğrenince çok muzdarip olur ve ertesi günü gider özür diler. Özür elbette hemen kabul görmez zîra işin içinde sözünde durmamak ve arkadaşına güvenmemek vardır. Birkaç zaman sonra ancak barışırlar.

Okumamak, cehalet, eğitimsizlik en büyük hastalıklardan bir tanesidir ve bununla kıyasıya mücadele edilmelidir Akif’e göre:

“Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel,

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!”

Âkif, ilmi kişiliğinin yanında aksiyon adamıdır da:

“Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duasını yaparken devrinin buhranlarla dolu zor şartlarını düşünürken aynı zamanda bu milletin ebedi olarak payidar olmasını da kastediyordu.

Hayatı halkın içinde geçen, amacı iman, özgürlük, vatan, ittihat olan millî bir şâir…

Her şiiri bir eser ayrı bir kıymet…

Mısralarında dini, bayrağı, istiklâli dillendiren, devrini net olarak resmeden ve bu anlatımıyla insanı hayran bırakan büyük bir dâvâ adamı…

“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak, alçakça bir ölüm varsa eminim budur ancak” mısralarının da bulunduğu şiiriyle gençlere hedef gösteren, bunu yaparken de tembelliği, bedbinliği, sünepeliği en ağır şekilde eleştiren idealist şâir…

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi” dizelerinin de bulunduğu şiiri ile cahiliye devrinin fotoğrafını muazzam bir şekilde çeken harika bir tasvir insanı…

Peygamber aşkını anlatan Necid Çöllerinde isimli şiirinde Âkif adeta kendinden geçmiş, özlemi mısralarına, aşkı üslubuna yansımıştır:

Yâ Nebi!

Şu halime bak
Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahrânın,
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.

Harimi pakine can atmak istedim durdum,

Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.

Tahammül et dediler, hangi bir zamana kadar,

Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.

“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;

İnler Safahat’ımdaki hüsrân bile sessiz!” şiirinde Mehmet Âkif, devrinin, insanı gama, kedere boğan hazin manzaraları karşısında kanlı gözyaşlarını içine akıtmaktadır.

Hüsrânı da elemi de çok büyüktür, feryâdı dağı-taşı inletmektedir adeta. Lakin bir sel gibi çağıldayan gönlü, hislerini şiire gömmektedir.

“Ağlarım ağlatamam, dinlerim söyleyemem;

Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzârım” derken, coşan duygularının ne denli muazzam olduğunu ifade etmektedir.

Büyük şâir, ülkenin en buhranlı ve karışık dönemlerinde yazdığı şiirlerle adeta haykırıyordu insanlara. Yol gösteriyordu, akıl veriyordu, kurtuluşun reçetesini edebi bir üslupla dillendiriyordu. Darmadağın olan bir milletin kurtuluşunun toparlanmaktan, ittihattan ve Kur’ân’ı anlayarak yaşamaktan geçtiğini söylerken, bir milleti millet yapan değerleri sıralıyordu:

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir,
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi cephede birdir vuran yürek, yılmaz,
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!”

Fakat tüm uyarılara rağmen insanlardaki gamsızlığı görüp toplumun gidişatını beğenmeyince Akif’in yine elemi, gönül sızısı tavan yapar ve hissiyatına hakim olamayarak mâziye de atıf yaparak devrin insanlarına serzenişte bulunur ve der ki:

“Müslümanlık nerede? Bizden geçmiş insanlık bile,

Âdem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile.

Kaç hakiki Müslüman gördümse makberdedir.

Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir.”

Âkif köklü bir medeniyetin mümessili olan insanların içine düştükleri Frenk mukallitliği hastalığı karşısında derin bir teessür içerisindedir. Yaşadığı toplumda gördüğü bozulmalar, menfi değişimler, olumsuzluklar karşısında gene tek sığınağı olan kalemine sarılıp mısraları ile devrinin fotoğrafını bize göstermeye devam eder:

“Hayâ sıyrılmış, inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde
Vefa yok, ahde hürmet hiç, lâfe-i bi medlûl
Yalan râiç, hiyanet mültezem, her yerde hak meçhul
Ne tüyler ürperir Ya Râb, ne korkunç inkılâb olmuş
Ne din kalmış ne iman; din harap, iman türap olmuş.”

Âkif belli bir konu üzerinde yoğunlaşmamıştır. O, hayatın her alanında mevcuttur. Seyfi Baba Şiirinde gittiği bir hasta ziyaretini tasvir ederken kullandığı dil ve üslup, çevresini ne kadar dikkatli resmettiğinin ve konusunda ne kadar usta olduğunun da bir göstergesidir aslında. Çalışmanın ve gayretin anlatıldığı şu dizeleri de söylemeden geçmek olmaz;

“Hadi aktarmayayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi namerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!”

Halkla iç içedir. İnsanları, etrafını çıplak gözle seyreder ve son derece doğal ifadelerle olayları yansıtır. Bunu yaparken de ince dokunuşlarla kötüyü iyiyi öğretir okuyucuya. Bazen de “arife tarif gerekmez” anlayışıyla fotoğrafı gösterir ve susar.

Duyguları içinde fırtınalar barındıran bir ummandır. Kimi zaman onları dindiremez, susturamaz ve dolu bir barajın önündeki seti yıkıp ortalığı tarumar etmesi gibi fışkırır:

“Ya Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı.
Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun!
“Yandık!” diyoruz… Boğmaya kan gönderiyorsun!

Madem ki ey adl-i İlâhi yakacaktın…
Yaksaydın o mel’unları… Tuttun bizi yaktın!
Küfrün o sefil elleri ayatını sildi.
Binlerce cevâmi yıkılıp hâke serildi!”

derken, Âkif artık cezbe halindedir. Gözyaşları sel olmuş ve Sevgili Yaratıcı ile hasbihâl etmektedir.

Şikayeti de büyüktür duası da…

Şiirinin başına “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helak eder misin, Allah’ım?” ayetini yerleştirmesi onun Rabbiyle nasıl iletişim kurduğunun bir göstergesidir.

Hiç lüks yaşamadı Âkif. Kendisine zor bela bağlanan maaşı yarım seneden fazla alamadı. Ayakkabısının tabanı delikti, kışın üşüyordu velakin üşümesinin sebebi paltosunu başka birine vermesiydi.

Dosdoğruydu…

Verdiği sözde durmaması için ölmesi gerekiyordu. Zaten mısralarının insanı ta derinden etkileyerek duygulandırması, gözyaşına boğması, onun hem “hâl”(yaşama) hem de “kâl”(söyleme) ehli olmasından kaynaklanıyor olsa gerektir.

İstiklâl Marşı yarışmasına sırf ödül konduğu için ihtiyacı olduğu halde katılmaması, onun ne kadar vatanperver bir şahsiyet olduğunun da açık bir göstergesidir. Büyük Şâir’in millî-mânevi değerlere ve o değerler uğrunda şehit olanlara ne denli saygı duyduğunu gösteren bu davranışı örnek olması gereken müstesna bir tavırdır.

Çanakkale’de şaha kalkarak destanlaşan Şühedâyı öyle bir mertebeye yerleştirir ki, bu milletin evlatlarına olan güvenini de taçlandırmıştır adeta. Okuyanın etkilenmemesi, duygulanmaması mümkün değildir.

“Sen ki, â’sara gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber!”

Evet işte Âkif böyle bir şâir.

O tarife sığmaz, tarihe de…

Bazen sevimli bir dede, şefkat misali bir şahsiyet…

“Kendisi için istediğini başkası için istemeyen bizden değildir” anlayışına güzel bir örnek… Yeri geldiğinde gerçekleri çekinmeden söyleyen asil bir kişilik…

“Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam,

Alsın beni götürsün tam inanmış dört adam” mısralarını şair sanki onun için söylemiştir.

Son gününde bir avuç inançlı üniversite gençliği naaşını Beyazıt’tan Edirnekapı’ya kadar yürüyerek götürürler. Devrinin resmi erkânından kimsenin cenazede olmaması ise millet olarak unutmayı arzulayıp da unutamadığımız büyük bir talihsizliktir. Bu gün ise koskoca bir millet gönüllerinin en müstesna köşesinde şairlerini ve şiirlerini muhafaza etmektedir.

Mısralarıyla adeta fotoğraf çeken, kelimeleriyle cümleye can veren, milleti silkeleyen/uyaran bir mütefekkirdir Âkif. Koca Şâir yaşasaydı, günümüzün dünyasını nasıl tasvir ederdi acaba?

Bir millet destanlarıyla çelikleşir, kalem erbabının gücüyle bunu nesillerden nesillere aktarır. Bu necip millet karada, denizde, havada ve terakkide destanlar yazmaya devam edecektir inşallah. Elbette bu destanları ölümsüzleştirecek yeni Âkifler de yetişecektir. Büyük şâir işte bu gençliğe Âsım’ın Nesli demiştir:

“Âsım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek

İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek…”

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar