Kafam kendimle meşguldü. Kendine yetecek kadar bir gelirin var, evin var, araban var, emeklisin; niye yiyip içip gezmiyorsun da saatlerce çalışıyor, arıyor-araştırıyor-karıştırıyorsun? Yat, uyu, ye, iç, gez. 30-35 yıl çalışmışsın, hâlâ elin-ayağın tutarken, yaşa, hayatın tadını çıkar! Ne yapıyor ne arıyorsun? Aradığını bulabileceğini; onu sadece senin aradığını mı sanıyorsun; bulanlar var mı, memnunlar mı?
Millet, maddî zevklerin (paranın, itibarın vs.) derdinde; sen, ma’nevi zevklerin (bilmenin, tasdik ve inkâr etmenin) derdindesin…
…
Bu tür düşünceler beni merdiven metaforuna götürdü. Sen, merdiven çıkıyorsun ama bu merdivenin seni nereye çıkardığını bilmiyorsun…
…
Bendeki bu merdiven, ne, neden oluşmuş? Bu merdiveni ben mi yapmışım, ben mi kurmuşum, ki onun beni nereye çıkardığını bilebileyim?
…
Evleri zemin üstü olanlar, evlerine girmek için merdiven çıkarlar (ya da asansöre binerler); zemin altında olanlar da merdiven inerler. Evin (kendimizin) zeminden/arzdan (çarşı-pazardan) karşılanacak ihtiyaçları için merdiven inmemiz veya çıkmamız gerekir; bunun için daha önce merdiven çıkan, bu sefer iner; inen de çıkar.
Bir de yere yapışık yaşayanlar (= ‘eahlede il-el arz’ 7/176) var; onlar ne bir gıdım yukarı çıkarlar ne de bir gıdım aşağı inerler; standart bir hayat yaşarlar ve konfor alanlarını terk etmeye cesaret edemezler; aşağı inseler, orayı beğenmezler ve yukarı çıkmayı öğrenirler; onlar, aşağı da inmezler, yukarı çıkmayı da bilmezler.
Ben, her gün bir gıdım da olsa yukarı çıkmayı deniyorum ama bu çıkışım, sabit (= güvenli) bir merdivenle olmuyor ama çıktığım her basamaktan hoşnut oluyorum, bir basamak daha çıkayım istiyorum… Kaçıncı basamakta olduğumu da bilmiyorum. Merdiven kaç basamak, onu da bilmiyorum ama çıkıyorum.
Bana, “Bu merdiven akıldır, akla fazla güvenme!” diyorlar.
Hatta, belli bir basamağa gelince (bir yerlere çıkınca!) bu merdiveni (bu aklı çöpe) at; artık senin ona ihtiyacın olmayacak/kalmayacak, diyorlar.
Akılsızlar = vefasızlar, çıktığım her basamakta bana iyilik yapan, beni memnun eden bu akla (bu merdivene), belli bir süre sonra tekme at, diyorlar.
Ben, akla/aklıma bu vefasızlığı, bu gaddarlığı yapamam; o benim yol rehberim, yol arkadaşım, aynı zamanda sırdaşım.
Ben, onlar gibi, beni belli bir yere getiren arkadaşı, sırdaşı, eşi=yoldaşı yarı yolda terk edemem; gidebiliyorsa = gücü kuvveti varsa ölene kadar benimle gelecek, ben onu değiştirecek bir adam değilim. Bu akıl madem ölene kadar bende = benimle, ben de onunlayım.
O bana yol göstersin diye emanet edilmiş = verilmiş. Onu bana Veren, bana, onu belli bir süre sonra terk et de dememiş; üstelik onu kullan, o seni doğru istikâmete sevk eder, demiş.
‘Tamam, aklını kullan, sana kullanma! diyen yok; ama ondan daha iyi olan bir şeyler olabilir, onlara da bir bak.’ diyorlar.
Ne var diyorum? Vahiy var, diyorlar. Aklım olmadan vahiy bana nasıl akıl verir, ben onu nasıl anlarım? O da bir “İlâhî Akıl” değil mi? Benim aklım da bana, O İlâh’ın ikramı değil mi? İki akıl birbirine nasıl zıt (= düşman) olabilir, bunlar nasıl çatışabilir? (Din-Bilim, Din-Felsefe çatışması)
Yazı uzadı; bu yazı, bu konuya bir başlangıç olsun. Yazıyı şu cümle ile bitireyim.
Aklımızı doğru (ahlâkî) kullanırsak, kurnazlık ve hile peşinde koşmazsak, bu akıl bizi yarı yolda bırakmaz; bize yolculuğun her durağında (basamağında) harika şeyler gösterir, öğretir ve bizi memnun eder; vahiyle de çelişmez, çatışmaya girmez; çünkü ikisinin de kaynağı aynı, ikisi “kardeş!” Ama bizdeki akıl doğru kullanılmazsa Kabilleşir; vahiyler (= Elçiler), Kabilleşenlere akıllar Kabilleşmesin diyenlere gönderilmiştir.