Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Münzevi Mülteci

Zamansal olarak geleneksel ya da modern fark etmeksizin iltica, yeknesaklıktan ve rutinden kaçışta, hisseden bir yüreğin ve akleden idrakin duraklarından birisi olmuştur. Bu iltica zahirde mekânda bir hareketlilik gibi görünür ya da düşünülür. Halbuki ilticanın mebdei ve menşei gönül ve zihindir. Mülteci ilticasına buradan başlar. İlticanın kifayet etmediği yerde de inziva kapısı aralanır. Bu noktada artık kat edilen mekân değil zaman olmaya başlar. İnsan zamanda hareket etmeye başlar, kendi zamanının dışına çıkar; kendini zamanın dışına çıkarır. Mültecinin arkada bıraktıkları vardır, onun ilticasına sebep olan, zaman perdesini yırtan.

EKLENDİ

:

Öyle söylediğimiz için gerçeğin de öyle olduğunu zannediyoruz.

“Kendimle birlikte yalnız yaşıyorum” diyor Kirpinin Zarafeti’nde on iki yaşındaki Paloma. Paloma küçük bir çocuk ama dünyayı bütün çıplaklığı ile kavrayan bir idrake ve yapmacıklığa, tasannuya karşı sert, haşin bir tabiata sahip. İnsanları maskesiz müşahede etmesini mümkün kılan bu görüş ve sezişi, aynı zamanda suniliğe tahammül edemeyişi onu kendisi ile birlikte yaşayan bir nevi münzevi bir mülteciye dönüştürüyor. Bu iltica ve inzivada ona eşlik eden, sıradan olmayı ve görünmemeyi tercih eden; uzak doğu sinemasından edebiyata, sanattan felsefeye, insandan varoluşa kadar geniş bir alanda ilgi ve bilgiye sahip, hayatının yirmi yedi yılını kapıcı olarak geçirmiş Renee. Ecnebi bir iklimin iki garibi. Öyle görünüyor ki, bu hâl, coğrafya ya da kültür tefrik etmiyor. Cemil Meriç de “ben… münzevi ve mütecessis bir fikir işçisiyim” derken bir yönüyle bu ihtiyarî mücerretliğine ve garipliğine gönderme yapıyordu, Paloma ve Renee’den kilometrelerce ve kültürlerce uzakta. Yine Bediüzzaman’ın “insten tevehhuş vuhuşa ünsiyet ettim” sözü de bu minvalde yerini alır zannedersem. Halbuki ünsiyet edilen insan değil mi? İşte, bu sözün muazzamlığı da burada. Ya da zamanda daha da geriye doğru yürüdüğümüzde, Yunus’un “dağlar ile taşlar ile”sini böylesi bir tevahhuş ve ünsiyet kabilinden değerlendirsek yanlış olmaz herhalde.

Zamansal olarak geleneksel ya da modern fark etmeksizin iltica, yeknesaklıktan ve rutinden kaçışta, hisseden bir yüreğin ve akleden idrakin duraklarından birisi olmuştur. Bu iltica zahirde mekânda bir hareketlilik gibi görünür ya da düşünülür. Halbuki ilticanın mebdei ve menşei gönül ve zihindir. Mülteci ilticasına buradan başlar. İlticanın kifayet etmediği yerde de inziva kapısı aralanır. Bu noktada artık kat edilen mekân değil zaman olmaya başlar. İnsan zamanda hareket etmeye başlar, kendi zamanının dışına çıkar; kendini zamanın dışına çıkarır. Mültecinin arkada bıraktıkları vardır, onun ilticasına sebep olan, zaman perdesini yırtan. İçtimai, politik, ferdi pek çok husus, tarz, tavır, algı vb. Zamanın ruhu. Mültecinin bir türlü imtizaç edemediği bir ruh.

Yukarıdaki ifadeleri düşündüren ise esasında bir tanıklık; bu tanıklığın hissettirdikleri ve tedaileri. Her ne kadar hiç kimse kendisini herhangi bir insanî zafiyet ya da bunun tezahürlerinden azade kılamasa da bu tezahürler bazı hâl ve kârda müphemlikten arınıyor, daha berrak ve daha keskin bir şekilde kendisini nazarlara sunuyor. Bu bağlamda söz konusu tanıklık aşağıdaki satırlarda biraz da hikâyevari bir tarzda takdim edilmeye çalışılmıştır. Fakat oraya geçmeden önce bir hususu daha ifade etmekte yarar var. Her tanıklık kişiye mahsus olmakla birlikte, onun sözlü ya da yazılı surette hikâye edilmesiyle beraber buradan çıkarılabilecek anlamlar, müşahede olunana yüklenecek değer ve bunların yorumlanma biçimi, bu değeri biçenlere ve bu yorumu yapanlara göre ziyadesiyle farklılaşacaktır. Ayrıca mahdut bir alanda ancak, mümkün pek çok yorumdan ve çağrışımdan küçük bir kısmının vaki olabileceğini de hatırda tutmak gerekir.

Karşıdan bir kalabalık geliyor. Önde korumalar, grubun sağında ve solunda da yine korumalar var. Kalabalık yaklaşıyor. En ortada iki kişi var. Bu iki kişiden birisi son derece resmi, hemen yanı başındaki ise tebessüm eden ve ettirmeye çalışan tavrına rağmen soğuk duruşunu korumak için o kadar kararlı ki. Kasaplara dağıtılacak soğuk hayvan gövdelerini çengele asan bir mezbahane görevlisi gibi. Bu iki kişinin etrafında birileri daha var. Her hallerinden konuk oldukları belli ve yürüdükleri yolu bir protokol yolu havasından çıkarmak ister gibi bir halleri var. Ama protokol şehrinin havası üzerlerine o kadar sinmiş ki, bundan arınmaları zor. Bütün iyi niyetli (!) çabalarına rağmen protokolün kokusu inceden inceye sızıyor etrafa. Roller belli. Her şey ve herkes bu rollere uygun. Yürüyorlar, dönüyorlar, duruyorlar, gülüyorlar ve davranıyorlar. Şimdilik ağladıklarını görmedim ama öyle bir gereklilik hasıl olsa, zannedersem onun da ona uygun bir tarzını talim etmişlerdir. Bu tavırlarında, tarzlarında bir benzerlik olsa da bir bütünlük yok. Hepsi kendi halinde. Kendi özel şatosunda, kendisini alkışlamaya gelen halkına şatafatlı balkonundan inzal eden bir soylu gibi kendine mahsus halleriyle görüntü vermekte. Aslında her birisi o yolda tek başına yürüyor. Her birisi için her birisinin hiçbir önemi yok. O, kendisinin orada niçin bulunduğunu biliyor. Önemli olan tek şey bu.

Ölümlüler geçiyor etraflarından. Ölümlülere, ölümlü olduklarını hatırlatırcasına yüce ilgilerini ve iltifatlarını bahşediyorlar. Birkaç tebessüm ve el sallama. Belki fötr şapkaları olsaydı onu da sallarlardı. Ölümlüler hakkında gerçek düşüncelerinin ne önemi var.

Koruyuculardan birisi o kadar yakınımdan geçti ki, bir an haddi aştığımı, durmam gereken yerin ötesine geçtiğimi zannediyorum. Durduğum yeri bir kez daha gözden geçiriyorum. Bir anormallik yok. Çay bahçesinde müşteriler için hazırlanmış ve fakat efendilerin yürüdüğü yola yakın konulmuş bir masanın yine yola yakın tarafındaki sandalyede oturan ben. Affınızı istirham ederim, “ben” dedim. Donuk, soğuk, ürkütücü olmak için dikkate değer bir gayret gösteren; bunu yapmanın kendisini ziyadesiyle önemli biri haline getirdiğini düşünerek dünyanın en özel işini yapıyormuşçasına işine sadık koruyucu yanımdan uzaklaşırken, grubun arka tarafındaki koruyuculardan birisi ile göz göze geliyoruz. Bu ne cüret. Kendimi suçlu hissediyorum. Yok! Tam öyle değil. Suçlanmış hissediyorum. Gözlerimi kaçırmak mı zorundayım? Öyle mi? Neden? Sonra bir kahkaha işitiliyor. Yapmacık olduğu belli olan bir kahkaha. “Yapmacık olmayan ne var?” diye soruyorum kendime.

Sonra? Ne kadar anlamsız bir soru. Sonra, ne? Elbette ki, her inzalin bir urucu vardır. Yol biter, selam ve teşrifat nihayete erer. Görüntü verilmiştir. Onları görme lütfu ila-nihaye böyle devam edemeyeceğinden, muarefe diyemesem de aradaki müşahede perdelenir. Görünmezlik ve bilinmezlik perdesi bir güç halesine kalbolarak iner sahneye.

“Ben, Renee, elli dört yaşında, kapıcı ve kendi kendini yetiştirmiş biri, rahat bir kapıcı dairesine kapanıp kalmış olmama rağmen… dahası, içine çekildiğim engin dünyanın evrimlerini bilmeyen bu utanç verici karantinaya rağmen, ben, Renee… günümüz seçkinlerini hareketlendiren aynı dönüşümlerin tanığı olmam, kendime gelmemi zorlaştıran bir şoktur.”

Bu heybet ve haşmet, bu istiğna toplumsal ve politik yaşamın katmanlarında karşımıza çıkan bir alengir değilse nedir? Yaşam ile yaşamın zaruretleri arasında niteliksel bir ayrım yapabilecek bir zeitgeist’i ve idraki çoktan arkada bıraktığımız aşikâr. O son sahnede inen perdeyi kaldırmaya mı çalışmalıyız, yoksa o perdenin aramızda bir sınır olmasına mı? Tanık olduğu ile kendine gelmekte zorlanan münzevi mülteci için o perdenin varlığı bir temkin hali ve emin olma sütresidir.

Ehl-i temkînim beni benzetme ey gül bülbüle

Derde yok sabrı anın her lahza bin feryâdı var

(Fuzûlî)

Çok Okunanlar