1. Anasayfa
  2. Söyleşi

Mustafa Muharrem ile Söyleşi

Mustafa Muharrem ile Söyleşi
0

Yeni yayımlanan “Sade Suflör” isimli kitabınızla şiir kitaplarınızın sayısı sekize ulaştı. Hem sizin hem de şiir severler için hayırlı olsun, okuru bol olsun…

 

Şiirlerinizde felsefi ve kültürel bir alt yapıdan beslenen imgesel bir dilin hâkim olduğunu görüyoruz. Yazın hayatınıza yön veren poetik yaklaşımınız hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Hülya Hanım iyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Türkiye gerçekliğinde yazdıklarımın bol okuyucuya ulaşacağını düşünmediğimi belirteyim. Bunu bir karamsarlık biçiminde ifade etmiyorum. Bir realiteyi saptamak anlamında altını çizerek vurguluyorum. Burada temkinli bir deneyimden yola çıkarak konuşuyorum. Herhangi bir biçimde okuyucu dediğimiz profili sanık sandalyesine oturtarak ya da yargısız infaza kurban vererek bu değerlendirmede bulunmadığımı da hususen paylaşmak istiyorum. Poetik yaklaşım konusunu şöyle açabiliriz:

Ben şiirin insanlarda mündemiç poetik bir akıl mahsulü olduğu kanaatini taşıyorum.

Dolayısıyla şiir adını verdiğimiz verimin, sanat mahsulü formun zannedildiğinin aksine bir duygu dışa vurumu şeklinde ortaya çıkmadığını ve vücut bulmadığını ısrarla savunuyorum. Bu noktada şunu kısa bir formül olarak söyleyebilirim. Her ne kadar herhangi bir çerçeve içerisine yerleştirilebilecek bir peyzajdan ya da bir fotoğraftan söz etmiyor olsak da şiirin insanın bir faaliyeti, aşkınla irtibat enstrümanı olduğunu düşünüyorum. Tabii yeryüzü mümkünlük kombinasyonları içerisinde insanlar aşkınla, aşkın bütünle kozmolojik irade ve bilinçle farklı mecralar kullanarak kendilerince bir iletişim geliştirebilirler. Ama bunun en sahici ve en sahih stilinin, aracının, aparatının, aletinin şiir olduğu konusunda kendimce sabitlediğim bir metodoloji sunuyorum ben. Dolayısıyla şiirin, aşkınla aramızdaki diyaloğu kavi kılmak, kesintisizleştirmek için başvurabileceğimiz en başat, en yalansız, en riyadan uzak, sahteye ve matematiğe asla prim vermeyen, dolayısıyla demokratik mantığın çoğulcu, çoğunlukçu, ortalamacı parametreleriyle örtüşmeyen bir insani özü, aşkının içimizde kodlanmış mayasını hayatta ve ayakta tutma cehdi ve becerisi olduğunu ifade etmek istiyorum.

Millî Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu üyesi olarak görev yapıyorsunuz. Öğretmenlikten yöneticiliğe ve bürokrasiye evrilen bu süreçte şiir, sizi hiç tökezletti mi ya da iş hayatınızda şiirden beslendiğiniz anlar oldu mu?

Konuşmamın başında bir Türkiye realitesi gibi genel bir panoramik gösterge ortaya koymuştum. Aynı yerden hareket ettiğimizde, aynı mevziyi kendimize mihrak kıldığımızda Türkiye’de insanların şiirle ya da edebiyatın diğer türleriyle ya da düşünceyle kendilerini hercümerc olarak bir hayat standardı ve bir hayat programı üretmelerinin çok fazla bir çek karşılığı ne yazık ki yok. Bu nedenle yazma etkinliğimizi herhangi bir dünyevi kaygının stepnesi hâline getirmemek bakımından herhangi bir işte çalışmak durumundayız hepimiz. Tabii burada şiir ve edebiyat; şiir, edebiyat ve öğretmenlik; şiir, edebiyat ve eğitim dediğimizde birbiriyle çok kesişiyormuş gibi görünen dehşet bir tokuşma alanı söz konusu. Bu dehşetengiz tokuşma alanında şiiri ve şiiri yapan poetik aklı ne kadar muhafaza edebiliriz, hasara maruz kalmaktan ne kadar koruyabilir, kurtarabiliriz; bunlar çok önemli titizlikler. Ben Eski Roma hukukundaki gibi şiir ve sanat alanı ile orada ortaya çıkmış tekstüel personayla kamusal fonksiyonlarımı mümkün olabildiğince birbirine geçiştirmemeye, karıştırmamaya özel bir hassasiyet gösterdim bugüne değin. Sezai Karakoç’tan iktibasla söylersek “iş ve sanat, dolayısıyla görev ve şiir aslında birbirini yok eden iki cehennemdir” ama insan bu iki cehennem arasındaki gelmeleri gitmeleri, bu iki birbirine hasım kutup noktasındaki gerilimi yönetebilir, yürütebilir. Ben elimden geldiğince, gücümün yettiğince hacmim elverdiğince bu iki alanın masumiyetini muhafaza konusunda şu ana kadar -bundan sonra da böyle olacağına dair teminat da vererek-hiç çekinmeksizin, kendimi yalanlamaksızın muazzam bir hassasiyet sergilediğim konusunda mutmainim.

Kendinizi hangi edebî dönem ya da edebî muhite yakın hissediyorsunuz?

Herhangi bir dönem ya da herhangi bir şiir muhitiyle veya herhangi bir poetik sosyete ile aramda yakınlık ya da uzaklık bağlamında özel bir ilişki, özel bir illiyet irtibatı tesis edilebileceği görüşünde değilim ben.

Ama Divan şiirindeki “Sebk-i Hindiciler”, Niyâzî-i Mısrî örneğindeki gibi cerbezeli sufi şairler ya da Muhyiddin İbn-i Arabi; günümüze doğru yaklaştığımızda Ahmet Haşim, Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu kendimle bir şekilde akrabalık münasebeti olduğunu hissettiğim, ünsiyetimi karşılayan şiir kaynakları veya şiir tecrübeleri, şiir rezervleridir. Tabii şunu da mutlaka altını çizerek belirtmek gerekir: 21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamış bir ortamdayız.  Dolayısıyla “Türkçenin ve dünya şiirinin önümüze sunduğu bütün incelik ve keşiflerden, bütün kazanımlardan, dolayısıyla muazzam bir poetik birikimden beslenmiyoruz” demek, bütün bu hasılanın ve repertuarın inkârı anlamına gelir. Onu da hususen ekleyeyim.

Edebî dönemlerin ontolojik bir zaman anlayışıyla sınırlandırılamayacağını düşünüyorum. Sözlü edebiyat geleneğimizden divan edebiyatına, divan edebiyatından cumhuriyet şiirine ve günümüze açılan bir koridorda yürüdüğümüzü hayal ettiğinizde hangi isimlerle karşılaşmak isterdiniz?

Karşılaşmak, kapışmak anlamında değil, değil mi?

Değil tabii ki, karşılaşmaktan hoşnut olacağınız isimleri soruyorum.

Demin zikrettiğim portreler, benim zihnimdeki temel referans köşeleri. Onlara bazı ilaveler yapabilirim. Sözgelimi Zâtî ile, Fuzûlî ile, Şeyh Galip’le muhakkak; günümüze doğru yaklaştıkça Rimbaud ile münhasıran. Rilke ile Eliot ile. Daha sonraki dönemlerde kendi kulvarımızda, havzamızda Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Attilâ İlhan ve Turgut Uyar’ı da bir önceki soruda kendimle akrabalık ya da ünsiyet münasebeti hissettiğim isimler galerisine ilave edebiliriz.

Bunlardan bazılarıyla 1980’li 90’lı yıllara rastlayan ilk gençlik dönemlerimde, daha sonra inkıtaya uğramış irtibatlar yakalayabilme fırsatı buldum. Kendi açımdan düşünürsek benim zihnimdeki yıldızlar karması bu adlardan müteşekkil. Ben de o yıldızlar karmasının altında onlardan gelen ışığı şiirime ve şiir duruşuma ne ölçüde fon yapabiliyorum ya da ne noktaya kadar yansıtabiliyorum, tabii bunun hükmünü okuyucu ve zaman verecek.

Ortaöğretim Türk dili ve edebiyatı ders kitaplarında yaşayan şairlere ve yazarlara yer verilmediğini görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendirirsiniz?

Bizde örgün eğitim hudutlarında edebiyat dersi biraz simülatif bir ortamın çeperlerine terkedilmiş vaziyette. Bu soruyu aslında tıp fakültesi eğitimiyle mukayese yaparak farklı bir bakış açısıyla da teşhis masasına yatırabiliriz.

Tıp eğitiminde de hekim adayları canlı, gerçek hastalar üzerinde kendi etütlerini gerçekleştirmiyorlar biliyorsunuz. Canlı hastayla muhatap olabilmeleri için belli bir formasyon kazanmaları bekleniyor. Aynı biçimde canlı edebiyatla dolayısıyla yaşayan şair ve yazarlarla öğrencinin sınıf ortamında temas kurması tıp eğitimi sürecinde yeğlenen pratikle örtüştürülebilir, buna benzetilebilir.

Tabii bu arada Ahmet Haşim’in edebiyat muallimleri için yaptığı metaforu da anımsayarak bu tasviri takdim ediyorum. Kişisel anlamda yaşayan yazar ve şairlerimizin daha sonraki bibliyografik menzilllerinde hangi istasyonda ineceklerini veya daha önceki neşirlerine ne tür bir tasarrufla ne tür bir inisiyatifle tutum geliştireceklerini kestiremeyiz. Günün birinde bir tanesi Kafka gibi “benim tüm yazdıklarımı imha edin” diyebilir. Veya bir yazarımız, bir şairimiz daha önce verdiği bütün yapıtlardan vazgeçtiğini deklare edebilir, bunlar mümkün. Tabii bu, bir yazarın, bir şairin bütün bir eser tomarını imhaya yeltenmesi, bizim onu kitaplara alıp almamamız, ders ortamında kendimizce bir nesneye, bir okuma-inceleme materyaline dönüştürüp dönüştürmememiz gerektiği konusunda saygı duyulabilecek yegâne karar değil.

İşin aparat tarafına baktığımızda, işin ince pratisyenliğine ve operasyon boyutuna odaklandığımızda, bir edebiyat öğretmeni ders kitabının sınırlarına hapsolmadan yaşayan şair ve yazarlarla öğrencisi arasında kendince temas varyasyonları üretebilir. Dolayısıyla ders kitabının, ders aracının çitlerini çok rahatlıkla geçebilir. Bu, öğretmenimizin dağarına, vizyonuna, birikim bileşenlerine ve ders işleyişinde kendince kullandığı yöntem ve tekniklere bağlı değişken bir öge. Kanaatimce biz bu değişken öge üzerinden ortaöğretim ders kitaplarımızda yaşayan yazar ve şairlerin bulunup bulunmamasını yargılamamalıyız. Bir de olayın diğer kanadı söz konusu. O da şu:

Yaşayanlara kapatılmış bir edebiyat, öğrencinin yetişme ve dil estetiğiyle irtibata geçme imkânlarını tamamen mozoleden, tamamen mezarlıktan, tamamen kabir taşlarından ibaret bir müzeci anlayışa gömer mi?

Evet böyle de bir tehlike var. Dediğim gibi bu tehlikenin önlenmesi veya proaktif bir biçimde giderilebilmesi oradaki öğretmenimizin yetkinlik düzeyiyle ilgili bir problem. Dolayısıyla ders kitabı, ders aracı ve onun dayanağı olan program içeriği, nihayetinde öğretmenimizin yetkinliği konusunda asgari standartları ortaya koyarken aynı zamanda esnek manevra alanları da bırakıyor. O esnek manevra alanlarını değerlendirebilen öğretmenler açısından ben böyle bir sorunun çok da defakto bir durum olmadığını düşünüyorum.

Bu soruyu tıp eğitimiyle özdeşleştirerek cevaplamanız benim için de çok farklı bir bakış açısı getirdi…

Popüler kültürün hâkim olduğu günümüz edebiyat dünyasında bir edebî tür olarak şiir perspektifinden ülkemize baktığınızda ne görüyorsunuz? Türkiye’de şiir okunuyor mu?

Türkiye’de şiirden önce küresel oylumda, dünya üzerinde şiirin okunup okunmadığına bakalım. Mesela bundan birkaç yıl önce “Nobel edebiyat ödülü” Bob Dylan isimli country-rock şarkıcısına verildi, bir müzisyene. Kendi okuduğu şarkılardaki sözler Nobel komitesince şiir olarak nitelendirildi, şiir kabul edildi. Bu bir gösterge midir? 2025 yılında şiirin insanlık açısından taşıdığı yeri, ifade ettiği önemi resimlemesi bakımından bir fotoğraflama mıdır? Bunun üzerinde ciddi bir biçimde düşünmeliyiz.

  1. yüzyıl ile birlikte hikmetten bilgiye bir geri çekiliş yaşandı.

Akabinde bu, bilgi kapitalizmini yaratırken nihayetinde onu da pörsüterek onu da moloz niyetine uygun noktalara boşaltarak veri marketingi ve veri mühendisliği bağlamına kadar farklı bir düzleme getirdi. Şimdi hikmetten bilgiye, bilgiden veriye geçişi insanlık anlamında bir ilerleme mi yoksa çok korkunç ve vahim bir ric’at mı saymalıyız? Ben bunun müthiş bir geri çekilme ve müthiş bir yenilgi olduğunu düşünüyorum. Hikmeti bırakıp bilgiye, nihayet onunla da yetinmeyip onu da kendince hikmet piramidinin tepesine olan mesafesi nedeniyle tedavülden kaldırılması zorunlu bir aşama sayıp veriye fit olmak ve veriye eşitlenmek! Böyle bir ortamda şiirin okunmasını beklemek zaten bir miktar anakronikliktir, tarih dışılıktır. Bir miktar rekrospektif yapıp geriye dönmek, geri zamanlarda elde edilmiş burçlardan daha ötesine herhangi bir biçimde fetih hamlesi gözetmemektir.

Şiir ve şair adına karamsar bir tablo çizdiniz… 

Yine sanat anlayışınızla ilgili bir soru yöneltmek istiyorum. Kendinizi “tradisyonel bir” şair olarak tanımlıyorsunuz. Bu kavramı biraz açıklar mısınız?

Tradisyonel yani gelenekselle kendi varlığı arasında kök paradigma bakımından bir uyum ve bir mütecanislik, bir müteradiflik itinası üzerine oluşmuş bir hayat telakkisi ve bununla ilgili ritüeller. Tabii burada gelenekle ifade ettiğimizde demin yukardan aşağı geri çekilişte zikrettiğim hikmet-bilgi-veri basamaklarındaki gibi işi, olguyu sadece teknik beceri üzerine yürütmeyi kasdetmediğimi ifade etmeliyim. Nedir o? Türk şiiri odağında gelenek denilince iki şey karşımıza çıkar: Bir tanesi Divan normları, divan şiirinin ortaya koyduğu ritim ve ahenk ögeleri ve imaj yapısı. Bir de oraliteye dayalı halk şiirimiz ve onun uzantısı tekke şiiri ile âşık şiiri. Bunların kendilerince kendi iskeletlerini örtmek için kullandıkları libaslanmalar ya da konfeksiyon malzemeler birebir taklide dönüştürüldüğünde, dolayısıyla müzikal kolaylıkları ve konforları nedeniyle yeğlendiğinde biz geleneğe uymuş değil onun replikasını insanlara sunmuş oluruz. Tradisyonellikten ifade etmeye çalıştığım kesinlikle bu değil. Aşkın gelenekle, kozmolojik bilinçle, rububiyetle, dünya ne kadar değişirse değişsin hangi ideolojiler hangi ekonomik rejimler egemenlik kurarsa kursun hiçbir biçimde onaylayıcı üst ide yetkisini ve tesirini yitirmeyecek başka bir kökten söz ediyorum. Tradisyonellik benim için o kökle aramda devam eden ve hiçbir biçimde ayrılmaya, kopmaya, sapmaya dönüşmemesini umduğum bir hat, bir çizgi.

“İmge” ve “musiki” şiirinizin merkezinde yer alan iki kavram. Şiirinizdeki müzikaliteyi; Yahya Kemal’in deyimiyle “derunî âhenk”i nasıl sağlıyorsunuz?

İmge sorgulaması benim şiirlerime matuf bir biçimde çok sık müracaat edilen ve çok sık dillendirilen bir maskeleme hadisesi bana göre. Okuyucu ya da izler çevre tarafından imge kabul edilen birçok dilsel atak, benim açımdan bir imge niteliği veya imge tanımı içine kilitlenebilecek sığlıkta ve küçüklükte formlar değil. Bunu özellikle vurgulamak istiyorum. İmge ile musiki meselesine geldiğimizde burada belki birçok şair açısından kabul edilemeyecek gibi düşünülen bir önermeyi kendimce dillendireyim.

Ben musiki ve müziğin şiirin daha üstünde olduğunu, eğer bir sanat hiyerarşisi yapılacaksa müziğin en yukarıda yer aldığını düşünüyorum.

Bir bakıma da kelimelerin arkasında sakladıkları veya içinde mırıldandıkları musiki ile evrenin armonisi aşkın kompozisyonun ritmi arasında dolayısıyla devam eden oluşun geometrisiyle bizim ses aralıklarımız birebir nasıl fonksiyonel bir küme gibi eşleniyor vs. bunu araştırdığınızda, bir duyumsama olarak gördüğünüzde ve nihayetinde varlık çekirdeğiniz hâline getirdiğinizde, kendinizi açan çiçeklerle ya da yukarıda  kayan yıldızlarla ya da böceklerin yürürken çıkardıkları fısıltılarla bir şekilde aynı notasyonun aynı partisyonun içinde hissediyorsunuz. Bu sizin ve bizim için bulunulan fiziki mekânı ya da kronolojik zaman dilimini üzerimizden sıyrılmış bir pelerin gibi geride bırakan bambaşka bir trans hâli, bambaşka bir aşkınlık modalitesi tesis ediyor. Bu aşkınlık modalitesini vadeden ve bunu gerçekleştiren bir sözel örüntü benim açımdan şiir olma hakikatini barındırıyor. Bunun dışındakiler bana göre şiirin nazımla alakalı kullandıkları alet edevat çantasını derleyip toparlama teşebbüsünden ve tevessülünden ibaret mahsuller. Ben konuya biraz böyle bakıyorum. O deruni ahengi de öyle düşünüyorum. Evreni ve evrendeki bütün oluşun benim bir özetim, kendimi de o bütünün bir uzvu olarak algılayabilme ve bunu müzikal bir ritimlendirmeyle aksettirebilme! Çünkü her şey hareket halinde.  O hareketin zaman karşısında çıkardığı müzikten ibaretiz biz ve her şey. Biz de o müziği kendimizce kelimeler üzerinden duyabiliyoruz. Hani Beethoven’a atfedilen meşhur bir cümle, kulaklarını kaybettiğinde: “Ben sizin kulaklarınızla duyduğunuzu gözlerimle duyacağım; sizin gözlerinizle gördüğünüzü kulaklarınızla işiteceğim.” Çok paradoksal gibi geliyor ama şiirin ve has sanatın bütün gizeminin, bütün püf noktasının gözlerle duymak, kulaklarla görmek veya diğer uzuvlarımızla biyolojik anlamda yüklenmiş işlevlerin ötesine çıkarak onları aşarak bir “meta dil” geliştirerek yapılmış ciddi bir arkeolojik kazı olduğunu düşünüyorum. Tabi bu arkeolojik kazılar, aslında yitirdiğimizi zannettiğimiz sosyolojik ya da antropolojik gerçekler nedeniyle kendimize kimlik olarak aldığımızı düşündüğümüz organize yalanın içerisinden bizi çekip organize olmayan üst gerçekle yani hakikatle karşı karşıya bırakıyor. O hakikatle karşılaşma ve yeniden hakikati hatırlama ya da unutuşumuzu iptal etme noktasında geçtiğimiz bütün ruh tüneli bir müzik üzerinden yürüyor.

Üslubunuzu kuşatan yoğun imgesel dil kullanımı nedeniyle şiirlerinizin anlaşılamaması eleştirisiyle sık sık karşılaştığınızı biliyoruz. Bu hususta neler söylemek istersiniz?

Ben genel anlamda sanatın özelde de şiirin bir anlatma muradı taşıma yükü altında bırakıldığında fazlasıyla ezileceğini ve dolayısıyla kendinden fedakârlıkta bulunacağını düşünen bir anlayışa, bir perspektife sahibim.

Sanat ve şiir anlatmaz, sanat ve şiir gösterir.

Bu gösterme etkinliğini ne ölçekte ve ne derinlikte icra ettiği ise sanatın ve şiirin kendine seçtiği frekansla ilgilidir. Anlaşılmazlık konusu göreceli bir mevzu, onu da ifade edeyim. Biz herhangi bir sanat yapıtından ya da herhangi bir şiirden bilimsel somutluklar düzleminde olduğu gibi nesnel bilgilenme kümeleri istemiyoruz zaten. Dolayısıyla sanat ve şiir bulunulan âna geçmişten devraldığı bir mirası nakleden bir mahkeme kararı değildir. Sanat ve şiir zamana konuşur. O konuşulan ve muhatap alınan zaman, o frekansla bir eş seviye yakaladığında konu kendiliğinden çözülecektir. Yeryüzünde herhangi bir kırda herhangi bir biçimde kendini anlatan ya da kendinin tefsirini yapan herhangi bir papatyayla ya da herhangi bir tavşanla karşılaşmayız. Bu organiklik içerisinde düşündüğümüzde sanatın da şiirin de kendisinin şerhini yapıyor ve dolayısıyla kendisini insanların kollektifleştirdiği idrak sınırlarına göre tanzim ediyor oluşu bana sorarsanız çok haute couture faaliyetidir. İyi de biz burada sözlerle üretilmiş bir kreasyon yaparak haute couture defilesine kelimeleri çıkartmıyoruz şiir yazdığımızda ya da şiirin dışında herhangi bir sanat janrına özgü bir yapıt ürettiğimizde. Dolayısıyla o imgesellik olarak demin ifade ettiğim maskelemenin-hatta şimdi kırbaçlamaya dönüştü bir miktar- bir şaire yönelik bir tenkit ya da bir itham olması, o kişinin, o okuyucunun optik problemiyle ilgili mevzu. Optik problemi ortadan kaldırmak gibi bir taahhütte bulunmuyorum ki ben.

“Sade Suflör” de; “akordu bozuk fesleğenler”, “Biz bencil olmayan bir deniz bulmak için yürüdük elmanın kalbine doğru”, “Ben külüstür öçlerin imrenmedim tamponlarına, şarkımı hiç portakal kokularına park etmedim”, “Klarnetin geniş zamanlı titreşen heceleri” gibi yoğun imgelem örüntüsünün oluşturduğu bir lirizme şahit oluyoruz. Türkçenin imkânları üslubunuza nasıl yansıyor?

Yaptığınız dize transferlerinde zaten insanlara, Türkçenin imkânlarının nasıl yansıdığına dair küçük video klipler hâlinde izleme şansı veriyorsunuz.

Hayal kelimesi ile hayl, mesafe arasında semantik ve etimolojik bir ilişki söz konusu. Ben bana dayatılmış ampirik dilin kendi kabuğu içerisine sıkışmak zorunda kalıyorsam veya bunun dışına çıkmayı düşünmüyorsam zaten şiirle ve diğer taraftan edebiyatla ve bir de düşünceyle herhangi bir biçimde herhangi bir çabaya girişmemem gerektiğine dair bir ev ödevi bulurum. Ama ampirik dilin bana taşıdığının ötesinde dalgıçlık yapmak, diplerde dolaşmak niyetindeysem, elimde de bir zıpkın varsa, ciğerlerime de bu nokta da güveniyorsam ve iyi nefes tutabileceğimi düşünüyorsam, buna göre atabileceğim kulaçlarla aramda sağlıklı bir denge oluşmuşsa niye suyun içerisinde sadece kâğıttan kayıklar yüzdürmekle yetineyim?

Şiirlerinizde soyutlamaların gerçek dünyadaki karşılıkları yer yer felsefeye ama daha dipte tasavvufa özgü çağrışım alanları açıyor. Bu noktada ne söylemek istersiniz?

Bunun az önce tradisyonel şairlik ve tradisyonellik sorununa ilişkin durduğum noktayla bir teması var. Bir illiyet bağı üzerinden konuşulabilecek bir konu bu.

Şiirin de felsefenin de insanın hakikatle münasebetini kesintisiz kılması, süreğenleştirmesi ve bunun samimane bir vüsatta idamesi bakımından kendilerine biçtiği misyonlar ve aldıkları yükümlülükler söz konusu. Burada tabii bir biçimde hakikatin kendisiyle tanıştığımızda, hakikatle randevumuza yetiştiğimizde, bizi oraya bir refakatçi olarak götüren bizim adres navigasyonumuz olan -genel anlamda buna felsefe diyebiliriz, tasavvuf olarak da nitelendirebiliriz- bir haritaya sahibiz. O harita, bizim randevumuza bize verilen saatte karşı tarafı yani hakikati daha fazla bekletmeksizin hakikate karşı geç kalma cüreti göstermekten bizi alıkoyacak bir terbiye, rafine inceltilmiş bir cihet. Bu inceltilmiş cihet felsefenin ve daha da derinde tasavvufun bize teklif ettiği yoldaşlık. Ben felsefe ve tasavvufun yoldaşlığını reddetmemeyi seçtiğim için felsefenin ve tasavvufun bana gösterdikleri bu yoldaşlığı gizlesem dürüst davranmamış olurum. Dolayısıyla şiirim, insanların karşısına sözel bir örüntü, bir tiyatro olarak çıkar.

Teşekkür ediyorum…

 

 

 

 

Ankara’da doğdu. Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marcel Proust üzerine hazırladığı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Edebiyat Ortamı, Hece, Hece Öykü, Ebabil dergilerinde şiirleri ve denemeleri yayımlandı. Özel gereksinimli öğrenciler için ders kitabı seslendirdi. Hâlen Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nda çalışmaktadır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir