Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Nazım Hikmet’in Eski Necip Fazıl’ın Yeni Hali

Nazım’ın ilk dönemdeki şiirleri, dini motif ve sembollerle süslenmiş ve  kaleme alınmıştır. Necip Fazıl’ın 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra 180 derecelik dönüş yapıp bir düşünür-şair olarak ortaya çıkması ise oldukça dikkat çekici bir durumdur.

EKLENDİ

:

Bir insanı ya da bir toplumu, şu ya da bu şekilde harekete geçiren itici güç, dıştan geldiği düşünülse de çoğu zaman içten gelir. İnsanların doğruları olduğu gibi, devletin de yanlışları olmasına karşın, zaman zaman doğru kabul edilen ancak yanlış olan düşünceleri vardır.

Bir zamanlar topluma yapılan telkinlere göre, o “komünist”ti, “kaçak”tı, “hain”di, “Türkiye düşmanı”ydı!.. Zaman geçti algılar değişti, toplumun beyni fena halde yıkandı. Çünkü “devletin doğruları”, “mutlak doğru” sanılıyordu. Sonra devleti yönetenler sırayla şiirlerini okumaya başladılar onun…. Demek ki, “Devletin hem doğrularını ve hem de yanlışları”nı “zaman” yalanlamıştı.

Hoş, var olası devlet kendi ideolojik yapısını bir türlü aşamadığı için, kendisine aykırı düşünen her kafayı mutlak manada koparmaya çalışmış, bu yüzden de hiçbir şaire huzur vermemişti geçmiş dönemlerde…

Mehmed Âkif’in başına gelenler, deyim yerinde ise, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. İstiklâl Marşı şairinin İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılanmaması için, devletten önce davranıp kendini Mısır’a sürgün etmiş ve birçok insanın tahammül edemeyeceği çileler çekmişti…

Sabahaddin Ali, Sinop zindanında tükenmeye terk edilmiş, tükenmeyince Bulgar sınırını geçmeye çalışırken bir suikast sonucu ortadan kaldırılmıştı…

Necip Fazıl ve Nazım Hikmet gibi şairler, hapishaneleri mesken tutmuş, her birine bir “kulp” (kimisine komünist, kimisine hain, kimisine gerici denilerek mimlenmişlerdir) takılıp öldürülmekten beter edilmişlerdir! Bunların içinde Yahyâ Kemal Bey’in kaleme aldığı Ezan şiiri doğrusunu söylemek gerekirse, tam bir şâheser olarak kendini gösteriyor ve ortaya koyuyor.

Yahya Kemal, “Ezan-ı Muhammedi”nin yasak olduğu dönemde, kendini tutamayıp “Ezan-ı Muhammedi” başlıklı şiirinde:

“Emr-î bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî,

Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî;

Sultan Selîm-i Evvel’i râmetmeyüp ecel,

Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî”

Mısrâlarıyla başlayan bu şiiri okurken, kulaklarınız sanki tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve okunan sabah ezanlarının lâhûtî sedâlarıyla şenleniyor.

“Ezân-ı Muhammedî” şiirine bu özelliği ve güzelliği kazandıran iki nedenden biri, Yahyâ Kemal gibi güçlü bir şâirin eseri olması, diğeri ise zor şartlar altında kaleme alınmasıdır.

Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan diyerek ortalığın velveleye verildiği, zihinlerin bulandırıldığı, dînî kavramların sulandırıldığı bir dönemde, İslâm’ın asliyetini ve sâfiyetini bozmak için elden gelen gayretin gösterildiği, âdeta terör estirildiği bir zamanda böyle bir şiiri kaleme alması, Yahyâ Kemal’in aynı zamanda cesur bir karaktere sâhip olduğunu gösteriyor. Şair geçinenlerin, dalkavukların ve ikiyüzlülerin oldukça bol olduğu bir toplumda, Mehmet Âkiflerin, Yahyâ Kemallerin ve benzerlerinin değeri bir kat daha artıyor.

Yahya Kemal’in ezan-i Muhammedi’yle ilgili vahim ve bir kadar da hüzün verici hikâyesi vardır: “Ezan Hasreti”ni dile getirdiğinden dolayı diplomatik pasaportu elinden alınarak iptal edilir.

Nazım’ın ise, “Sekizyüz Elli Yedi” isimli bir “Fetih Şiiri” vardır. Hele ikinci kıtası çok anlamlı ve oldukça dokunaklıdır. Ne zaman okunsa, insanın içinde İstanbul diriliverir. Nazım Hikmet, “Sekizyüz Elli Yedi” isimli “Fetih Şiiri”ni 1921’de yazmıştı. Belki üzerine o kadar gidilmeseydi ve devlet, biraz daha demokrat, azıcık müsamahakâr olabilseydi, kim bilir belki bu şiirden bir kaç tane daha yazılmış olurdu. Ve bu gün elimizde, kim bilir kaç “Fetih Şiiri” daha bulunurdu.

“O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın…

‘Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın,

Hak yerine getirdi en büyük niyazını:

Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını.”

Şiirde geçen “Belde-i Tayyibe” ifadesi, özellikle 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı sonrası edebi eserlerde ‘İstanbul’ yerine kullanılmaya başlanmıştır. “Belde-i Tayyibe” ifadesinin Ebced hesapla karşılığı olan 857 ise, hicrî tarihle İstanbul’un fethinin olduğu zamanı işaret etmektedir.

Nazım’ın bu mısralarında, “İstanbul benim canım, vatanım da vatanım” diye inleyen başka bir büyük şairin, yani Necip Fazıl iniltileri duyulur adeta. Ancak hakkı teslim etme babında, İstanbul’u bu kadar güzel, akıcı bir üslupla, kapsayıcı ve insanda heyecan uyandırıcı böyle bir şiiri kaleme almak, her baba yiğidin, her sanatkârın ve her şairin işi değildir. Birden, zıt kutuplara taşıdığımız iki şairin İstanbul’a sahip çıkma konusunda ne kadar benzeştiklerini fark edip alabildiğine şaşırmaktadır insan…

Nazım’ın ilk dönemdeki şiirleri, dini motif ve sembollerle süslenmiş ve  kaleme alınmıştır. Necip Fazıl’ın 1934 yılında Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra 180 derecelik dönüş yapıp bir düşünür-şair olarak ortaya çıkması ise oldukça dikkat çekici bir durumdur.

Celal Bayar, 1924’te ulusal ekonomi politikasının temel taşlarından olan ve Türkiye’nin ekonomik yaşamında belirleyici bir rol oynayan Türkiye İş Bankası’nı kurar ve 1932’ye değin genel müdürlüğünü yapar. Celal Bayar, 1932’de Ekonomi Bakanlığı’na, 1937’de Başbakanlığa fırlarken, o dönemde İş Bankası bürokratlarından Necip Fazıl da yakın adamlarındandır.

Celal Bayar, Ekonomi Bakanlığı’ndayken, 1936’da Necip Fazıl, bir kültür–sanat dergisi olan “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başlar. İlk sayısı 14 Mart 1936’da Ankara’da çıkarılan dergi, ilk altı sayıdan sonra İstanbul’a taşınır ve burada çıkarılmaya başlanır. Dergiye, spirütalist özelliklere sahip Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı ve benzeri edebiyatçılar da destek sağlamış olurlar. Büyük ölçüde İş Bankası tarafından finanse edilen derginin yayın hayatı 16 sayı sürer.

1936 yılının Nisan ayında gerçekleşen Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın karşılıklı yazışması, işte böyle bir tarihi arka plana sahiptir. Necip Fazıl, “Ağaç Mecmuası”nı çıkarmaya başladığından oldukça popülerdir. Bundan rahatsız olan ve medyada popülist çıkışlarıyla yer aldığı için üç ay önce Necip Fazıl tarafından eleştirilen Nazım Hikmet, kuyruk acısını, İş Bankası sponsorluğu ile Ağaç dergisini çıkaran Necip Fazıl’a Varlık’ta bir mektup yayınlayarak çıkarmaya çalışır. Necip Fazıl da Nazım Hikmet’e Ağaç dergisinde yayınladığı mektupla sanat edebiyat alanı dışında popülerlik aradığını ve medya maymunluğuna devam ettiğini hatırlatır.

34 yaşındaki Nazım Hikmet ile 32 yaşındaki Necip Fazıl’ın önünde uzun bir yol vardır o tarihlerde, yürünecek ve mesafe alınacak… 1930’lu yılların ortasında gerçekleşen bu iki şair kavgasından, geriye kalan iki mektup tarihteki yerine koyacak olursak, önce Celal Bayar’dan Ağaç dergisini çıkarmak için, daha sonra Adnan Menderes’ten Büyük Doğu dergisinin yayını sürdürmek ve yaşatmak için aldığı sponsorluk desteği, hiçbir zaman Necip Fazıl’da teslimiyet doğurmaz, Batıcı olmayı aklının köşesinden bile geçirmez. İslamcılıktan sık sık yargılanarak cezaevine girer. Yaşadığı son dönemlerinde bile kesinleşmiş hapis cezası vardır.

Milyon dolarları kapıp, ihanetlerinin karşılığında boğazdaki yalılarında keyif çatan satılık kalemlerden hiç bir zaman olmaz Necip Fazıl. Pozitivist ve materyalist zihniyetiyle özdeşleşen resmi ideoloji tarafından suçlanıp yıllarca cezaevlerine atılır ama Batıcı aydınların sergilediği bir tavır içine giremez.

Nazım Hikmet ise, bu toprakların iradesi ve kendini savunması olan İslamcılığa başlangıçta meyyal olduğu halde sonunu getiremez. Sıkıntılara, çilelere ve hapis hayatına pek dayanmadığından soluğu yurt dışında alır ve hayatının sonuna kadar özgürce yazmaz. Kader-i İlahi’dir bu… Hidayetin kime nasip olacağı pek bilinmez.

Çok Okunanlar