Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Öğretmenliğimin Ceyhan Dönemini Unutulmaz Hatıralarla Tamamlıyorum

“Ertesi gün Ayasofya ve tekrar Fatih Camii’ni ziyaret ettik. Kuşluk vakti olmasına rağmen cami neredeyse doluydu. Kimi namaz kılıyor, kimi tesbih çekiyor, kimi Kur’an okuyor, kimileri de gruplar hâlinde sohbetler yapıyordu. Baktık bir köşede Emin Saraç Hoca oturuyor…”

EKLENDİ

:

1985 yılında değişik çekincelerle geldiğim Ceyhan’da günlerim öyle dolu, öyle mutlu geçiyordu ki buradan bir gün ayrılacağımı düşünmek bile içimi burkuyordu. Okulumu ve öğrencilerimi çok sevdim.  Okul dışında da çok güzel dostluklar kurmuştum. Güzel dostlar Rabbimin bana bu dünyada verdiği en büyük nimetlerden biriydi. Dostluğumuzu gezi, piknik ve sohbet gibi sosyal faaliyetlerle de pekiştiriyor, muhabbetimize muhabbet katıyorduk. Okulda geçirdiğimiz zamanlar kadar okul dışında geçirdiğimiz zamanları da önemsiyor; bir taraftan öğretmeye gayret ederken diğer taraftan da yeni şeyler öğrenmenin yollarını arıyorduk.  Ben ve arkadaşlarım, öğretmenliği bir iş, meslek, geçimlik değil; çok kıymetli bir sanat olarak görüyorduk. Okul dışındaki bizi motive eden sosyal hayatın okula yansıması da bereketli ve neşeli oluyordu. İki dersin üst üste olduğu günlerde öğrenciler teneffüse çıkmak istemez, teneffüsü de derse katmak isterlerdi.

Bizim az da olsa samimi gayretlerimize Allah (C.C.) bereketler ihsan etti de daha dünyadayken nice nimetlerle taltif etti. Aslında biz âhiretlik mükâfatlar umarak koşturuyorduk ama Hindistanlı âlim Eşref Ali Tehanevi’nin, “Amellerin Karşılığı” isimli kitabında ifade ettiği gibi Rabbimiz hayırlı amellerin karşılığını bu dünyada da veriyor, hepsini öbür tarafa bırakmıyordu.  Bizden sonra gelenlere örneklik teşkil etmesi ümidiyle bu ikramlardan bir ikisini aktarmak isterim.

1991 senesinin yaz tatilindeydik. Bir grup arkadaşımız ve irtibatta olduğumuz hocalarımızla birlikte Isparta Kovada Gölü çevresinde aile kampı planlamıştık. Eşimle uzun zamandır hayal ettiğimiz bir fırsattı. O günlerde hanımefendinin düğünden kalma altınlarıyla eski model bir araba almıştık. İki odalı çadırımız da vardı. Daha ne olsun, üç beş de yol masrafı hazır; eşim, dört yaşındaki oğlum ve ben de çoktan hazırız. Kayıtlar tamam. Memleketimiz Göksun’a uğrayıp ana-babamızın ellerini öpüp dualarını alalım oradan gidelim diye düşündük. Eller öpüldü öpülmesine de umulmadık bir şey oldu. Babam; “Oğlum bu kampa gitmenizi istemiyorum” dedi ve ısrarcı oldu. İleriye sürdüğü hiçbir gerekçesi de yok. Hayret etmemek elde değil. Üstelik babam, benim programlarıma, kararlarıma pek müdahale eden biri değildi. Sorarsam fikrini söylerdi. Bu programı da ona sormamıştım, sadece bilgi vermiştim. Ne var ki hiç beklenmendik bir tepkiyle karşılaştık; izin vermediği gibi “Gel tatili burada bizimle yap” diye de ekledi. Ciddi bir imtihan; ne yapalım “pekey” demekten başka çare mi var? Tüm hazırlıklar iptal. Tatili babamızın evinde geçiriyoruz, bizim gönlümüz kırık ama onun gönlü hoş oluyor. Bu imtihanın hikmetini tam bir yıl sonra öğreniyoruz. Rabbim hiçbir maddi hazırlığı olmayan bu kuluna, hac nasip ediyordu. Hac konusuna girmeden önce hoş hatırası olan İstanbul seyahatimizden bahsetmeliyim.

1992 senesinin Ramazan ayındayız. Nisan ayının ortalarıydı. Dört kafadar öğretmen mütevazı bir programla İstanbul’a gittik. İstanbul ziyaretlerimizin klasiği sabah namazını Eyüp Sultan Camii’nde kılıp ziyaretlere Halid bin Zeyd el Ensari’nin türbesinden başlamak. Yine öyle yaptık; arkasından çorba molası ve Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih camileri… Kardeşim Fatih, Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydi; onlara dört kişiyle misafir olup iftarı birlikte yaptık. Geniş yürekli misafirperver gençler… Bizim eve girişimizle evin sakinlerinden birkaçı birer battaniye ile evden çıkıp gidiyorlardı. “Fatih, bize yer açmak için mi gidiyor bu arkadaşlar?” diye sordum. “Hayır, itikâfa girecekler, camiye gidiyorlar” dedi. İlahiyat mezunu ve yedi yıllık din kültürü öğretmeni bendenizin henüz itikâf tecrübesi yok. Hukuk öğrencileri itikâfa giriyor. Hadi gel de utanma!

Ertesi gün Ayasofya ve tekrar Fatih Camii’ni ziyaret ettik. Kuşluk vakti olmasına rağmen cami neredeyse doluydu. Kimi namaz kılıyor, kimi tesbih çekiyor, kimi Kur’an okuyor, kimileri de gruplar hâlinde sohbetler yapıyordu. Baktık bir köşede Emin Saraç Hoca oturuyor. Sabah namazlarından sonra Kadı Iyaz’ın Peygamberimiz (s.a.v.)’i anlattığı “Şifa-i Şerif” kitabından ders yapıyormuş, kısa ama feyizli bir sohbetimiz oldu. Emin Saraç Hoca, Ali Yekta Efendi’nin hem talebesi hem de damadı. İstanbul İmam Hatip Okulu’nun ilk öğretmenlerindendir. Güzel ahlak numunesi bir insandı rahmetli. Elini öptük, müsaade istedik, yeni yüzler ve nasiplenmeyi umduğumuz yeni mekânlar ümidiyle istemeyerek de olsa ayrıldık.

Dönüşte Konya üzerinden geldik: Mevlâna, Şems, Ateşbâz-ı Veli ve Meram’da seyir keyfi… Akşam güzel dostlarla birlikte güzel bir iftarın arkasından uykusuzluk ve yorgunluğumuza rağmen söz dinlemiyor ve yola çıkıyoruz. Bir saat sonra benden başka arabada uyumayan kalmadı. Araç kullanmasam beni de kimse tutamazdı ya. Çıkmamız gerekiyordu; çünkü ertesi gün, pazartesi, okulumuz var, mesaiye yetişmeliydik. Gece 23.00 gibi Ceyhan’a ulaştık. Kardeşim Fatih de bizimle dönmüştü. Hanım İskenderun’da ailesini ziyarete gitmişti, evde kimse yoktu. “Fatih kardeş, inşallah sahura uyanırız, sahura uyanamazsak sabah namazına uyanırız, sabah namazına uyanamazsak mesaiye uyanırız” dedim, elbiselerimizle kanepelere uzandık. Uykusuzluk ve yorgunluğun neticesi uyandığımız da saat 10.30 u gösteriyordu. Aceleyle okula gittim, üç ders bitmiş, dördüncü derse giriyorlar. Müdür Bey kapıda beni bekliyor ve gülüyordu. Müdürümüz ki sabahları okul girişinde bekler, bir dakika geç kalanı fırçalardı. Bir şey konuşmadan kalan derslerime girdim, derslerin bitiminde Müdür Bey’in odasına gittim. Durumu anlattım, biraz daha güldü. Bana sarı zarf uzatacak, savunmamı alacak diye hazırlıklıyım. Fakat beklenmeyen bir şey oldu, “Hocam sen bizim kıymetli, fedakâr bir öğretmenimizsin. Burada da kasıtlı bir durum yok, sen giremediğin derslerin defterini imzala, telafi edersin” dedi. Rüyada görsem inanamayacağım bir durumdu. Anladım ki müdür bey istismarcıları fırçalıyor, ben fakir, okulu bilgi yarışmasına hazırlıyorum, voleybol takımını çalıştırıyorum, disiplin kurulundayım, okul gezileri gibi mesai harici birçok işle aktif ilgileniyorum. Bunları “aferin” almak için yapmıyorum ama Müdür Bey’in de gözünden kaçmamış demek ki.

Yılsonunda bilgi yarışmasında yine ilçe birincisiyiz ve okul aile birliği başkanı, kocaman bir gül demeti ve “schafer” marka üzerinde ismimin yazılı olduğu, ilk defa gördüğüm dolmakalem hediye etti. Yine mutat olduğu üzere Müdür Bey’den de “Teşekkür Belgesi” ile taltif ediliyorum. O günlerde okul müdürünün teşekkür verme yetkisi var, kıymeti de vardı. Daha sonraki yıllarda okul müdürü oldum, teşekkürümüzün kıymeti kalmadı. İl millî eğitim müdürü oldum, teşekkür verme yetkimiz elimizden alındı. Biz, çalışkan bir arkadaşımızı taltif etmek için bir teşekkür belgesi vereceksek bunu önce vali beye teklif edeceğiz, uygun görürlerse vereceklerdi. Anlamak için Aristo olmak bile yetmez.

Gelelim güzel dostlukların ve babaya itaatin mükâfatı olan hac konusuna: Güzel dostlardan Hasip Sönmez ve Ahmet Helvacı, bir gün mutlulukları gözlerinden okunur hâlde; “Biz hacca gidiyoruz” dediler. Arkası arkasına sorular sormaya başladım. İyice irdeledim, kastım o ki bana da bir imkân doğar mı? “Ağır vasıta ehliyetin varsa şayet bir imkân olursa sana bilgi veririz” dediler ama onlar ümitli değillerdi. “Ehliyetim ağır vasıta hatta otobüs de kullanabilirim” dedim, babamın dualarının ve rızasının üzerine kendi dualarımı da ekledim, beklemeye başladım. Çok geçmeden güzel bir haber geldi: “Sana da yer açıldı, pasaportunu iki güne kadar yetiştirmen gerekiyor” dediler. 1992’de, iki günde pasaport almak ne mümkün! Ama Allah dilemişse her şey mümkündür. Allah başka bir dostu emniyette pasaport başvurusu yaparken karşıma çıkarttı, polis Niyazi Şahin’i. Dedelerimiz birlikte Bitlis-Ahlat’tan Maraş’a muhacir gelmişler. Bana; “Sen hacca gideceksin, biz ne güne buradayız, ver evraklarını” dedi. Sanki ben değil de kendisi gidecekmiş gibi koşturdu, bir günde pasaportum elimdeydi.

Her şey güzel de hac için hazırladığım bir kuruşum yok. Bizde âdettir, hac ve umreye gidene yakın akrabalar harçlık verirler. Başta babamın ve kayınpederin verdikleriyle kısa sürede hazırlanıp yola revan olduk. Dördüncü harem diye bilinen Diyarbakır’dan kasap yolcularımızı alıp Cilvegözü’nden çıkış yaptık. Yarım Arapçamla kapılarda işlemleri ben yaptırıyordum. Bazen de yaptıramıyor, sebepsiz yere sınır kapılarında saatlerce beklediğimiz oluyordu. Üç günlük sıkıntılı bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştık. Bu sıkıntılar ve gecikmeler Kâbe’ye olan özlemimizi artırmış meğer. Mina’da bir lütuf daha oldu: Şoförlere birer kimlik verdiler, yatacak yer ve yemekhaneyi de gösterdiler. Hac süresince ücretsiz iaşe ve ibate imkânı verdiler. Konaklama yerimiz Mina ama her gün Kâbe’ye gidiyoruz, kimi zaman dolmuşların içinde, kimi zaman üstünde, kimi zaman da yürüyerek… Arkadaşım Ahmet’le hep beraberiz. Arafat’a da yürüyerek gittik. Unutulmaz heyecanlar ve unutulmaz manevi hazlar…

Arafat’ta vakfe ve arkasından güneşin batışıyla birlikte Müzdelife’ye hareket ettik, yine yürüyerek. Müzdelife’de açık alanda geceledik ve şeytanlar için taş toplayıp silahlandık. Ertesi gün temsilen “Cemerat” denilen şeytanları, ama gerçekteyse şeytanlarımızı taşladık. “İfrat hac” yaptığımız için kurban kesmiyoruz, tıraş olup ihramdan çıkıyoruz, artık hacıyız. Aman Allah’ım ne büyük mutluluk! Sayılı günler bitti; hurma ve zemzemlerimizi hazırlayıp dönüş yoluna koyulduk. Medine’ye hac öncesi uğrayıp ziyaretlerimizi yapmıştık, tekrar uğramadan devam ettik.

Suudi Arabistan sınır kapısına geldiğimizde, bir kişinin eksik olduğunu gördük, eksiğimizi tamamlamadan geçmek mümkün değildi. Birkaç saat sonra eksik olan hacı da bize ulaştı, pasaportunu götürüp görevliye teslim etmek istedim, almadı. Anlatamadım; pasaportu, masanın üzerinde duran bizim pasaportların üzerine koydum. Bana, “ içeri gel” dedi. Bir şey söyleyecek galiba dedim, girdim. Beni aldı, karanlık bir odanın kapısını açıp içeriye itti. Şaştım kaldım. İçeride iki kişi daha var. Birisi Türk. Ona sordum, “Burası nedir, ne oluyor, bize ne yapacaklar?” diye. O da arabasını kaçırmış, kaçak yolla sınırı geçmeye kalkmış; “Arada bir gelip, bir şey sormadan dövüyorlar” dedi. “Ey Allah’ım, tam hacı oldum diye sevinirken şimdi de dayak mı yiyeceğim?” diye içimden geçirerek şaşkınlığım katbekat arttı. Kendi kendime, “Abdestliyim namaz kılayım, namaz kılarken de dövmezler ya!” diye düşündüm. Namazı uzatmama rağmen gelen giden olmadı. Sonra duaya başladım, dua esnasında Allah’ın sevgili kullarıyla birlikte olduğumuzu düşünürsek, onlar sebebiyle lütuf olur diye duymuştum, öyle de yaptım. Ellerim açık dua ederken kapı açıldı. Elimi indirmiyorum ki dua ederken vurmazlar diye. Kapıyı açan kişi biraz bekledi, baktı ki benim elim inmiyor. “Üstat!” diye seslendi. Elimi yüzüme sürdüm. Başımı kaldırdım, resmî elbiseli ve rütbeli bir subay. “Seni buraya kim, niçin attı?” diye sordu. Anlatabildiğim kadarıyla kendimi savunmaya çalıştım. Öğretmen olduğumu da söyledim. Beni içeri atan adamın yanına götürdü. “Bunu niçin içeri attın?” diye sordu. O da, “Pasaportu benim kafama çaldı” dedi. Yanlış anlaşıldığımı söyleyip özür diledim. Beni çıkartan subay, “Üstat sen şimdi git otobüsüne bin, bir daha da inme!” dedi. O ana kadar başka bir şeye bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. Sanki ikinci bir hac daha yapmış gibi oldum. O mutluluk bana Türkiye’ye kadar yetti. Artık kapılardaki sıkıntıları görmüyordum.

Okulda yetmiş civarı öğretmen vardı; sanırım tamamı haccımı kutlamaya geldiler.  Ceyhan’daki öğretmenlik serüvenimi bu tatlı hatıralarla kapatmak nasip oldu. 1992’nin eylül ayı ise hüzün ayı, ayrılık ayı oldu. Bana kalsa ayrılmak istemezdim ama rotasyon uygulaması vardı, mecburen tayin istememiz gerekiyordu. Öğretmenliğimin yeni durağı Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesi, mezun olduğum okuldu. Bu da hüznümü sevince çeviren müjde oldu.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar