Bu sorunun uzunca bir cevabı var. Okul müdürü öyle bir yerdedir ki hiyerarşi dalgalanır durur onun olduğu yerde. Merdivenin bittiği son basamaktır diyebiliriz kanımca. Hatta o son basamağa yerleştirilen dışa açılan kapıdır aynı zamanda. Hemen; öğretmen, öğrenci nerede diye geçmiştir içinizden. Onlar çoğu meselede hiyerarşinin içinde olmazlar. Tamamen dışında olduklarını söylemek de yanlış olur. İşi yönetim açısından değerlendirdiğimizde sözdeki niyet hasıl olacaktır. Yukarıdan aşağıya doğru hesap veren son kişi okul müdürüdür. Öğrenci, öğretmen ve velinin kapısını çaldığı ilk kişi de yine okul müdürüdür. Şoför koltuğunda oturan müdür söylenen yere, söylenen sürede yolcuları götürmek zorundadır. Benzin yeter mi, muavin var mı, araba kaç model, kaç çeker, yolcular aç mı, susuz mu? Nerede durulacak, yollar çakıllı, taşlı mı? Daha nice sorulara, sorunlara cevap bulmalı, çözüm üretmeli okul müdürü. O koltukta oturacaksa buna mecbur.
Elindeki haritadan sapmadan sağ salim ulaştırmalı yolcuları menzile. Siz zihninizde okul müdürünü “Hangi arabanın şoför koltuğuna oturttunuz, nasıl bir yolda araba sürerken canlandırdınız?” bilmiyorum ama benim tahayyülümde, gayri ihtiyari, mavi renkli, kırmızı-beyaz kuşaklı 90’lı yılların köy dolmuşları belirdi. Bu arabaya yakışır bir yolda tıngır mıngır gidiyoruz. Yol asfalt değil. Çukurlar, tümsekler kaçınılmaz bu hayalde. Üstelik yağmur yağmış, yollar çamurlu, hava soğuk ve kapalı. Ne hikmetse rampa çıkıyoruz genelde.
Yolculuk uzun, yolculardan şikâyet edenler de var, memnun olanlar da. VIP koltuk bileti arayanla yumurta sepeti taşıyan aynı otobüste, yan yana. Yol boyunca uyuklayan da var, şoför arkasında durmadan konuşup sabrı sınayanlar da. Sık sık ihtiyaç molası isteyene kızarken istifra edenlerin haberleri gelir şoföre. İşin yoksa bu soğukta arabayı havalandır bir de! Pencereler açılır açılmaz üşüyenler üşüşür muavinin tepesine. O da “Şoföre söyleyin!” deyip adres verir genelde. Bu işler böyle. Trafik polisi durdursa yolda bir tek şoföre “ehliyet, ruhsat” diye sorar, başkasına da bir şey sormaz. O koltukta oturuyorsa tüm sorumluluk şofördedir.
Okul müdürlüğü artısıyla, eksisiyle kimi zaman ağıt yaktırır, kimi zaman çifte telli oynatır hâlet-i ruhiyemize. Gecesi, gündüzü yoktur. Zahmeti, tasası, derdi çoktur. Peki, bunca sıkıntıya rağmen niye o koltukta oturmaya devam eder insan?
Bu sorunun da cevabını uzun uzadıya anlatabilirim ama yapmayacağım. Sadece bugün vuku bulan bir olayı paylaşacağım sizlerle.
Bu sabah geçirdiği kalp krizi nedeniyle bir baba Rahman’a yürüdü. 6.sınıfa giden öğrencimizin babasıydı. Haberi öğleye doğru aldım. Evlerine vardığımda cenazenin hastaneden daha gelmediğini öğrendim. Çadırlar çoktan kurulmuş, dizilen sandalyeler dolmaya başlamıştı. Kasabadayız, herkes birbirini tanır. Selamlaşma faslından sonra gözlerim öğrencimi aradı, göremedim. Annesi ve liseye giden ablası merhumun yanındaymış, bizimki de yukarıda odasında. Yatıyor dediler, durumu garipsedim, çıktım yanına. Birkaç odaya baktıktan sonra buldum onu. Anne-babasının yatağında uzun oturmuştu, donuktu.
Beni görünce oturuşuna çeki düzen verdi, dış dünyanın farkında dedim, bir nebze ümidim geldi. Sarıldım, nasıl olduğunu sordum, iyiyim dedi ama donuktu gözleri. Belli ki şoku atlatmış değildi. Sohbet etmeye çalıştım ama okul müdürü-öğrenci resmiyetini aşmadı. Anladım ki orada olması gereken kişi ben değilim. O hâlde istediği kişiler yanında olmalıydı. En sevdiği arkadaşının kim olduğunu öğrendim ve arkadaşının annesiyle konuşarak oğlunu taziye evine göndermesini istedim. Kısa süre sonra çocuk geldi. Arkadaşı da bizim öğrencimizdi.
Onlar yukarıda birbirlerine yoldaş olunca aşağıya indim. Cenaze geldi. Geri geri yanaşmıştı araç. Cenaze nakil aracını görenler merhuma saygıdan bir bir ayağa kalktı. Tabut araçtaydı ama aracın içindeki değil, aracın kendi tabuttu sanki. Belki de araç cenazenin ta kendisiydi. Herkes son bir kez görmek için araca yöneldi. Kalabalık sardı etrafını. Aracın kapıları açılmadı, açılmayacaktı. Rahmetli yıkanmış, kefenlenmiş, namaza müteakip defnedilecekti. Yüzü açılmayacaktı ama cenaze nakil aracını görmek onu görmek demekti. İnsanlar kalabalıklar arasındaki boşluklardan kafalarını sündürerek bakıyorlardı, ben de bir boşluk, bir pencere aradım kendime. En fazla 5-6 metre ötemdeydi.
Birden bire ne hissettim biliyor musunuz? Cenaze aracının sağ tarafından sanki biri, bir şey de beni görmek için bir boşluk arıyordu. Buldu da… Bir siluet, bir insan ya da bir ruh görmedim bir histi sadece. O an doğruluğundan emin olduğum tek bir iddiam vardı; eğer merhum şu an yerinden kalkıp seslenebilseydi bana seslenirdi. Öleceğini önceden bilip herkesle vedalaşsa, helalleşmeye çıksa ilk görmek isteyeceği kişilerden biri ben olurdum. Bana, “Hocam, oğlum sana emanet. Ona iyi bak”, derdi.
Tıpkı canının yarısını taşıyan cenaze arabasının ardından, öpe koklaya, babasının namazını kılmaya gönderdiği oğlunu, “Hocam, artık oğlum size emanet” diyerek bana emanet eden annesi gibi.
14.11.2023