Bütün işlemleri tamamlanmış olarak gelir ölüm. Bugüne değin hiç kimseden, işlerimin çokluğu sebebiyle zamanın farkına varamayıp, ölümü kaçırdım veya ucunu açık bırakıp erteledim kabilinden sözler duyulmamıştır. Kişiyi, ölümle karşı karşıya bırakan korku, endişe vs., ölüm sonrasına cesedimizin mi, ruhumuzun mu intikal edecek olmasıdır. Her ikisi mi veya hayat mı? Bu soruların cevabı neyi rab edindiğimizle ilişkilidir.
1994 yılında gördüğüm bir rüya vardı. O rüya hayatımın dönüm noktalarından biri oldu. Hayat ve ölüm üzerindeki tefekkürümün bambaşka bir âlemin ufuklarına kanat çırpmasını, her şeyi sil baştan düşünmemi ve derin bir kavrayışın vadilerinde seyahat etmemi sağladı.
Rüya şöyleydi:
Ölmüşüm. Naaşımı mezara koymuşlar. İki melek gelip beni uyandırdı. Gözlerimi açıp, ne olup bittiğini anlamaya çalışırken o iki melek, sen öldün dediler. Mezara konulduğum pozisyonumu bozmadan, yattığım yerden, demek ben öldüm öyle mi dedim. Evet dedi melekler. İyi de tamamlamam gereken bazı işler vardı, acele etmediniz mi diye biraz da çıkışır bir tonda karşılık verdim. Meleklerin yüzünde bir tebessüm belirdi ve bana, kalk hazırlan seni Rabbine götürmeye geldik dediler.
–Beni Rabbime mi götüreceksiniz?
-Evet.
O an her şeyi unuttum. Ne dünya kaldı aklımda ne ölmüş olmanın hüznü ne de mezar.
Büyük bir heyecan ve sevinçle yerimden doğrulup,
Hadi gidelim dedim.
Rüya bu kadardı.
Uyandığıma rüyanın tesiriyle olsa gerek o kadar hayıflanmıştım ki! Ben bu ikramı, bu güzelliği bir daha nasıl yakalarım ki demiştim kendi kendime.
Öncelikle ölüme dair kafamda parazit yapan düşünceleri ve kalbimdeki evhamı tasfiye etmeye koyuldum rüyadan sonra.
Kafasını, mezara konulan tahtalara vurarak uyanan, eyvah ben ölmüşüm şokunu yaşayan; adeta, öldün ve elime düştün, şimdi göreceksin gününü diyerek baş ucumda beni cezalandırmayı bekleyen bir Rabbin olmayacağını; hoş geldin kulum hitabıyla beni karşılayan bir Rabbin bana tebessüm edeceğini düşünmeye ve hissetmeye başladım. Çünkü ben mü’mindim. Ölüm mü korkutacaktı beni ya da ölümümle cesedime tahsis edilmiş olan mezar mı?
Ben mü’mindim. “Gayb”a iman etmişim, Adil ve Hakîm olanın eline düşmüşüm, en iyi, en büyük olanın yani BERR’in, RAHÎM’in, KEBİR’in, GAFÛR’un yani ALLAH’ın eline düşmüşüm, hangi ölüm, hangi mezar, hangi dünya umurumda olurdu.
Uyanmak için kafanın kabirdeki tahtaya niye vurulduğunu da çocukluğumdan beri hiç anlayamamıştım. Öyle anlatılırdı. Tabii böyle anlatılınca da ölüm bir kâbusa dönüşüyordu. Tahtadan çıkan ses çok kuvvetli olmalıydı diyordum, yoksa kişi nasıl uyanacaktı? Bin fersah öteden duyulmalıydı.
Peki ya iman?
Nasıl olmalıydı?
Allah’a, Peygamber’e, Kitab’a iman ettim, kalbim de temiz, de ve namaz için emekliliği bekle veya mazlum bir kalbi kır, nasılsa helallik alır hallederim de, bekle mesela.
Öldükten sonraki hayatı da emekliliğe mi dahil ederler acaba?
Veya ne bileyim mezarda gerçekten insan kafasını tahtaya vurur mu, hani kafayı taştan taşa vurmak, deyiminde olduğu gibi vurur mu yoksa tahta mı insanın kafasına vurur?
Çok mu fantastik oldu.
Ama gerçekten ölümün vizesi yok.
Allah’a her daim hazır olan, huzurda olan, ölümü öldürmüştür.
15.05.2024