Bizimle İletişime Geçin

Gezi Yazısı

Özbekistan Seyahatim

EKLENDİ

:

 

Çocukluk yıllarından itibaren Türk dünyasına karşı bir ilgim vardı. Türk dünyasını gezip görmeyi çok istiyordum. Türk soylu halklar ile bir bayrak altında yaşamayı hayal ederdim. Ülkemize göç etmek zorunda kalan Ahıska Türkleri’nin sürgün hatıralarını çalışmaya başlayınca oralarda kalan hemşerilerimizle de görüşerek derlemeler yapmak istedim ama maddi sebeplerden dolayı buna yeltenemedim. Oradaki sivil toplum kuruluşlarına bu talebimi ilettim. Buna karşın yıllarca çalıştığım Kültür ve Turizm Bakanlığında tek satır yazı yazmayan bazı kişiler resmi görevle ata yurdumuza gittiler. Bana nasip olmadı.

   

Yeğenim Alican, Dişişleri Bakanlığı görevlisi olarak Özbekistan’a atandıktan sonra Özbek bir kızla evlendi. Bunun üzerine düğününe katılmak üzere Özbekistan’a revan olduk. 17 Haziran 2022 tarihinde yeni yapılan İstanbul Havaalanına vardım. Birlikte seyahat edeceğim dayımın kızı Güler ve eşi İsmet Aslan’la Özbekistan Hava Yolları kuyruğuna girdik. Daha sonra bize yeğenim Alper ve eşi Sinem ile Gökhan da katıldı. O kadar çok valiz vardı ki çok yavaş ilerledik. Seyahat edenlerin çoğu kadındı. Yerel kıyafetli bu kadınlar bavul ticareti yapıyorlardı. Bavullarını geçirmemizi isteyenler de oldu. Pasaport kontrolünde sarı saçlı, makyajlı İran Türkleriyle karşılaştım.

Fergana uçağında çok samimi bir hava vardı. Herkes birbiriyle konuşuyordu. İsmet enişte “Artvin otobüsü gibi.” dedi. Çekirdek çıtlatan da müzik dinleyenler de vardı. Nereden geldiğimizi sorup yardımcı olmaya çalıştılar. Bizleri evlerine davet edenler oldu. Bize dağıtılan yemeklerdeki etin at eti olduğundan şüphelenip sorduğumuzda “At eti çok pahalıdır her yerde olmaz.” dediler. Su gibi sürekli çay ikram ettiler. İsmet enişte Artvin’in barajlarını ve ilçemiz Ardanuç’u tanıttı. Hazar gölünü de uçaktan görmek nasip oldu.

Gece İkrâmı

5,5 saat sonra indik. Valiz alma yeri çok dardı bir daha geri dönülüyor. Belli bir gram kadar altın geçiriliyormuş diğerleri kaçakçılığa giriyormuş. Takılarda gelinimiz Sinem de olunca zor geçti. Bize, Abdülhamit dizisini izlediklerini söylediler. Yeğenim ve gelinin dayısı (Toga) bizi karşıladı. Yakın mesafede olan gelinimizin köyüne gittik. Gece olmasına rağmen kalabalık bir grup bizi bekliyordu. Mahalli kıyafetiyle gelinimiz Medine bizi karşıladı ve elinde ibrikle ellerimizi yıkattırdı. Başındaki örtüyü eğilerek açıp örterek bizi selamladı.

Bizim büyük masalarımız gibi uzun ve dar yer sofrası hazırlanmıştı. Sofrada her çeşit yiyecek ve içecek vardı. Otantik ortamdaki plastik şişelerdeki kolalar sırıttı. Üzerinde çeşitli nakışlar bulunan ekmekleri bize farklı geldi. Bu ekmekleri özel kalıplarla süslüyormuşlar. Hatırladığım kadarıyla Yavuz Bülent Bakiler, Türkistan kitabında bundan övgüyle bahsetmişti. Hangisinden yiyeceğimizi şaşırdık. Erkekler de servis yapıyordu. Porselen demliklerle masaya çay geliyor ve kâselerle sunuluyordu. Bize gök çay (yeşil çay) mı? yoksa kara çay mı? içeceğimizi sordular. Çay kâseleri çok doldurulmuyor. Çok doldurmak misafire git demek anlamına gelirmiş. Kaldığım süre içerisinde kâsede çay içmeye pek alışamadım. Hayatımda hiç bu kadar tatlı üzüm yememiştim. Bu kadar sık üzüm salkımını da daha önce görmemiştim.

Fergana’nın kavunu meşhurmuş. Düğüne gelenlere kadife kumaş verdiler. Bizi çok iyi ağırladılar, duygulandık. Düğünde Adana köfte ve tavuk yemekleri de vardı. Bademleri meşhurmuş. Şehir merkezine yeni açılan otelimize geri döndük. Önceden yerimiz ayrılmasına rağmen acemilik yaptılar. Otel dört katlı olmasına rağmen asansör yoktu. Odalarda buz dolabı yoktu. Orada çalışan biri Antalya’ya yerleşmiş ama arada ülkesine geliyormuş. Otelin adının neden “Terra Nova” olduğunu sorduk ama açıklayıcı bir bilgi vermediler. Düğünlerde Türkiye’ye göre çok yemek ikram edildiğinden bahsettiler. Margilan’a gitmemizi önerdiler. Bizim Konya gibi olduğunu ifade ettiler. Özellikle tandırda pişen samsayı ve Uygurların lagmanını yememizi tavsiye ettiler.

Şoförün götürdüğü Margilan’daki  ipekçiye gittik ama almaya değer eşya bulamadık. Pazarlarda her şey çok boldu ama müşteri azdı. Narlar, kavunlar, karpuzlar ve üzümler bizimkilerden renk ve ebat olarak farklıydı. Yol kenarlarında üzerleri açık değişik şekillerde ekmekler satılıyordu. Ekmekler burada sanat eseri gibi teşhir ediliyordu. İnsan bunları yemeye kıyamıyordu. Çok yemek sundukları için ekmeğe sıra gelmiyordu. Çok çeşitli baharatlar kullanıyorlardı. Bizim erişteye benzer Uygurların lagmanı poşette duruyordu. Nasıl yiyeceğimizi bilmediğim için almadım. Özbek kadınları başlarını farklı bir şekilde kapatıyor. Buradaki kadınların kıyafetleri ve baş örtüleri tesettüre daha uygundu. Şu an restorasyon aşamasında olan mescitlerini ziyaret ettik. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince “Erdoğan” dediler.

Düğün Salonu

Düğün salonuna erkenden gittik. Elçilikte çalışan annesi Ahıska’nın Sımada köyünden olan Gülnara hanıma “Ahıska’dan Sürgün Hatıraları” kitabımı hediye ettim, çok mutlu oldu. Burası büyükçe, güzel bir düğün salonuydu. Gelinle damat içeri girerken mahalli giysili kızlar da onların başında bir tül tutarak müzik eşliğinde yerlerini aldılar.

İki tane bayan şarkıcı vardı. Orkestra çalgılarının geleneksel olmasını tercih ederdim. Bazıları Azerbaycan müziklerine benziyordu. Facebooktan canlı yayın yapınca Bakü’deki arkadaşım İrada Nuriyeva parçanın orijinalini bana atmıştı.

Özbekler, el, kol ve ayaklarını kullanarak fazla hareket etmeden oyunlarını icra ediliyorlar. Bizim Artvin oyunlarındaki gibi değişik figürler ve hareketlilik onlarda yok. Zarif oyunları var. Gelinle damat yerini alır almaz yanlarına insanlar gelip fotoğraf çektirmeye başlıyorlar. Bizde yaşlılar pek oynamaz ama burada yaşlılar da oynuyor. Gelip oyuna davet ediyorlar ve pek alışık olmadığım için zor anlar yaşadım. Oynayanlara para veriyorlar. Bana da verdiler ne yapacağımı şaşırdım başka bir kadına verdim. Konuşma yapmak üzere yakınlarını sahneye çağırıp oynatıyorlar. Eniştem çok güzel Artvin tek oyunlarına benzer oyunları onların oyunlarına uyguladı. Boyunlarına para ve kumaş sardılar. Yöresel kıyafetli oyun ekipleri çok güzel oyunlar sundular. Alicanla eşinin valsi güzeldi. İçimden klasik bir diplomat dedim. Bizdeki gibi takı adeti yok. Gezdiğim yerlerde kuyumculara rastlayamadım.

İkramlar çok fazlaydı. 10-15 çeşit yiyecek sunuldu. Akrabamız Albay Genç Osman Önal’ın okul arkadaşı da orada görevliymiş. Yanımıza gelip gurbet elde selamını iletmesi hoşumuza gitti.

Çorba, Özbek pilavı, samsa, üzüm, kavun ve karpuz gibi yiyecekler bana kalırsa büyük bir israf. Temizliğe gelen bir kadın dedi ki:

“Düğünden sonra kredi çeken ve başka ülkeye çalışmaya giden çok düğün sahibi var.”

Bizim düğünlerde davul zurna çalar ve hareketli horonlar, barlar oynanır. Çok istedim ama Artvin parçalarını bile çaldırmayı başaramadım. Ankara oyun havaları biraz çalındı.

Erzurumlu TRT temsilcisi Nizam beyle tanıştık. Eski Kütüphaneler Genel Müdürü Hamdi Turşucu elçilikte görevliymiş. Yanıma gelerek benimle geniş zamanda görüşmek istediğini söyledi ama daha sonra yanına gidemedim. Gelin salondan ayrılırken annesi geleneksel ekmeklerinden iki tane ekmeği koltuğunun altına verdi. Birlik ve beraberlikleri daim olsun diye bu yapılırmış.

Ertesi gün eve gittiğimizde de verdiler. Gelini alarak otelimize geldik. Araba süsleme adeti onlarda yokmuş. Gelin arabasında Türk bayrağının olmasını çok isterdim. Hiçbir adetimizi uygulayamadık. Gelinle damat odalarına girince Ardanuç’tan Şükra’nın verdiği balı çiftlerin ağzına verip odalarının kapısına sürdürdüm. Tatlılık olsun diye bizde yaparlar.

Düğünden Sonraki Gün

Sabah kahvaltıya kız evine tekrar davet edildik. Arabadan inerken ayağımızın altına kumaşlar serilmişti. Köy düğünlerimizde de gelin meydana çıkarken önüne kumaş serilirdi. Şimdi eski adet ve geleneklerimizi unuttuk.

Yer sofrasına oturduktan sonra ikramlar devam etti. İki yumruğum büyüklüğünde hamurun içine et koyup pişirmişler. Sonra kumpir gibi ağzını kesmişlerdi. Tandırda pişirmişlerdi ve diğer yerlerde yediklerimizden çok lezzetliydi samsa.  Etli yöresel bir çorba geldi o da çok güzeldi. Eskiden bizde de sofraya tüm yiyecekler konularak misafir ağırlanırdı. Burada da adet bu şekilde devam ettiriliyor.

Bahçede yine oyunlar oynandı. Gelini çıkarırken yöresel müzikler söylediler. Kiralanan minibüse binerek Taşkent tarafına yola çıktık. Şoför bizim müzikleri çalmaya başlayınca Özbek müziği istedik. Batur Kadiriyi koydu çok içli söylüyordu.

Yolların kenarlarında üzüm bağlarını ve salkımları seyretmek ilginçti. Yolda üzüm aldık ucuzdu. Buradaki kamelyalar yerden biraz yüksekte olduğu için kurulan sehpalara ancak bağdaş kurarak oturabildik. Bizim gibi dizde problem olanların işi zor. Ortaya büyük bir kapta etli Özbek pilavı ile yoğurt süzmesi ve porselen demlikli kaselerde çaylar geldi. Temiz havada bir yorgunluk kahvesi içmek istedim ama bilmiyorlardı. Pilava kuyruk yağı katıldığını söyledi. Daha önce uyarıldığım için pamuk yağı olur diye korkumdan fazla yiyemedim. Tünellerden geçerken borular ve kablolar dışarıdaydı. Doğalgaz boruları da dışarıdan gidiyordu.

Yolda durduk. Türklerin çok eski bir yiyeceği olan kurutun değişik şekilleri vardı. Küçük bilye gibi olana kurt diyorlar ve çerez gibi yiyorlar.

Tuvaletlerde su yoktu. Çoğu yerlerde de klozetlerde taharet musluğu yoktu. Pamuk tarlalarında fotoğraf çektirmek istedik ama şoföre bunu bir türlü anlatamadık. Onlarda adı paktaymış. En sonunda anladı ve fotoğraf çektirdik. Sovyetlerin bu tarlalarda Türkleri boğaz tokluğuna zorla çalıştırdığı aklıma geldi. 2. Dünya Savaşı gazisi madalyalı Ahıskalı bir dedeyle Bursa’da konuşmuştum. Demişti ki:

“Çocuklarım dünyaya geliyordu biraz yaşayıp ölüyorlardı. Pamuk tarlasındaki ilaçlar anne sütüne geçiyormuş çocuklar zehirleniyormuş. Tarlada çalışmayınca çocuğumuz yaşadı.”

Alican’ın daha önce oturduğu ve Türklerin Taşkent’e yaptırdığı Akay Siti’ye gidip konakladık. Sabahtan uçakla Orta Asya’nın masal şehri Hive’ye uçtuk. Burasının konuşması Türkiye Türkçesine yakınmış. Bizde de Heve köyü var. Uçakta çok turist vardı. Araba gelip bizi aldıktan sonra Ürgenç’ten yola çıktık. Temizlik görevlisi kadınlar etrafı süpürüyordu.

Rehberimiz Oksana Hanım bizi karşıladı. 10 dolar vererek tarihî kente etrafı surlarla kaplı iki kuleden girdik. Eski toprak yapılarla dizilmiş binalar ile turkuaz rengi çinilerle kaplı büyükçe bir Kelte minare bizi karşılıyordu. Büyülenmiş gibi etrafında dönüp dönüp fotoğraf çektim.

Sokaklarda çeşit çeşit kalpaklar satılıyordu. Bu kalpaklar kişinin statüsünü gösterirmiş. Eniştem en düşük seviyedekilerin giydiği uzun yünlü kalpağı takınca espiri konusu oldu. Tarihî bir yerde sabah kahvaltımızı yaptık. Rehber bize “Sizdeki gibi kahvaltımız zengin değil.” dedi. İncir reçeli, çiğ börek ve peynir vardı. Servis çok geçti. Mavi çinilerin hâkim olduğu sarayları para vererek gezdik. Birbirine çok benziyordu. Cariyelerin kaldığı bölümü de gördük. Merdivenlerle çıkılıp bütün şehri seyredebiliyormuşsun ama ben çıkamadım. Aşağıda takı satan kadınla sohbet ettik.

“Ata yurdunuza hoş geldiniz” dedi ve sarıldık. Televizyondan izlediği Türk dizilerinden etkilenmiş ve oğluna Süleyman adını koymuş. Bizim paramız onların parasından değersiz olduğu için sadece dolaba yapıştırılan şehir fotoğrafını aldım.

Ahşap sütunlara ince işçilikle nakışlar yapılmış tarihî bir camiyi gezdik çok ilginçti. Bu sütunları daha sonra başka yerlerde de gördük. Yapıldığı yeri de gezdiğim esnada küçük bir kutu alacaktım ama çok pahalıydı. Burada ağaç yok gibi ama ağaç işçiliği var. Artvin’de ağaç çok ama ağaç sanatı işçiliğimiz yok.

Kadınlar sokaklarda oturmuş patik örüp satıyorlardı. Lokantaya giderken yerlere serilmiş el işi papaklar duruyordu. Bize bunları satmak için çok uğraştılar. Bir yerde oturup çay ve ayran içtik. Kavun, karpuz vd. meyveler her yerde servis ediliyor. Bir grup yaşlı kadın yolun ortasında çalan bir müzikle oynayıp dağılıp gitti.

Evlerini saman ve toprakla sıvamışlar. Sokaklarda gezerken kendinizi sanki geçmiş yüzyıllarda sanıyorsunuz. Harezm bölgesinin tarihî dokusu insanı etkiliyor. Akşam yemeğini tarihî bir yerde yedik. Önce bir kabak çorbası geldi sonra da dere otuyla pişmiş yeşil renkli erişte, patates ve etli yemek servis edildi. Karıştırılarak yenileceğini söylediler.

Yeğenimin özel olarak getirttiği Harezmli müzik topluluğu vardı. Topluluk, 2 erkek ve 2 kadın ile bir kalpaklı 12-13 yaşlarında bir erkek çocuktan oluşuyordu. Çok güzel yerel müzikler söyleyip oynadılar. Çocuğun elinde demir gibi bir şeyler vardı ve ses çıkarıyordu. Yanaklarına vurup söylüyordu. Kadınların dans etmesi de ilginç ve otantikti. Akşam uçağımızla rüya şehirden Taşkent’e uçtuk. Türkçe konuşanlara siz “Oğuz Türkü, Harezmi misiniz?” diye sorunca hepsi Özbeğiz dedi. Rehberimiz burada kına gecesi var diğer taraflarda yoktur dedi. Gelinimize kına getirecektik ama kabul etmediler.

Semerkant

Sabah kalkıp Yandex’ten taksi çağırıp Semerkant’a gitmek istedik. Burada en ucuz şey taksi. Yollar belli olduğu için dolandırma durumu pek olmuyormuş. Yarım saatten fazla yol gittik. 30 tl gibi bir para ödedik. Tek ucuz şey benzindi… Trene zor yetiştik. Hızlı tren ile hemen vardık. Türklerin ilim merkezi Semerkant’a vardık.

İran asıllı rehberimiz Azize Hanım bizi karşıladı. Timur’un türbesine vardık. Kapıda Timur’un kullandığı mezar büyüklüğünde kuyu şeklinde taş vardı. Mavi renkli çinileri parlıyordu. İranlı biri yapmış diye anlatınca itiraz ettim. İran’da çok Türk var dedim. Müzedeki haritada Timur’un egemenliğindeki alanlarda Anadolu’da vardı. “Artvin’i de almış.” dedik.

Mezarının yanındaki süslemeler o zamandan kalmış. Taş vardı ama mezar alttaymış. Ruslar çoğu şeyi götürdükleri gibi mezarı açıp incelemeye almışlar ve kafatasına uygun portresini yaptırmışlar. Ruslara niye kızayım ki Ardanuç’taki izinli kazıda bölgemizi Müslüman eden kendi de Müslüman olan Sefer Paşa’nın ve Yusuf Paşa’nın mezarı Osman Aytekin tarafından açıldı. Amacı neydi anlamadık. Gürcüler, İslamiyet’i seçtiği için Sefer Paşa’dan nefret ediyorlarmış.

Meşhur Registan meydanına gittik. Yukarıdan fotoğrafını çektik. Avrupa karanlık çağda yaşarken Türkler ne medeniyetler kurmuş ne eserler bırakmışlar açıkçası hayran kaldım. Buradaki yapılarda lacivert çiniler hâkimdi. Alışveriş yerleri vardı ama bize göre her şey çok pahalıydı. Otantik eşya bulamadım ki alayım. Ben hayran hayran eserlere bakıp bol bol fotoğraflarını çektim. Alışveriş yapmayı unutunca ablam uyardı. Yeğenim Beyza’ya ipek karışık bir şal aldım.

Konsolosluğun yanındaki lokantaya gittik. Çok turist vardı ve mekanlar lükstü. İçki servisi de yapılıyordu. Yemek siparişimizi zar zor verdik. Meşhur Özbek mantısı istedim ve tadı çok güzeldi. O kadar uzun zaman geçti ki yeğenim Alper isyan etti. Yine de bir kişinin yemeği eksik geldi. Bu gibi şeyler diğer lokantalarda da devam etti. Su istiyorsun çok zor geliyor. Zaten az içiyormuşlar. Genellikle soda, kola gibi içecekler tüketiyorlarmış. Suya da adi su diyorlar.

İmam Maturidi’nin mezarına gittik çok bakımlıydı. Sonradan yapılmış. Mezarın etrafında Arap harfleriyle yazılmış taşlar vardı. Enver Ören tarafından onarılmış olan evi de yandaydı.

Daha sonra Şahı Zinde’ye gittik. Kubbeli eserler vardı. Bir yerde oturmuş Kur’an okuyanlar vardı. Fotoğraf çekmemden pek hoşlanmadılar. Basamaklı merdiveni niyet tutup inip çıkarsan yerine gelirmiş dediler ama ben çıkamadım. Rehberimiz çok donanımlı biriydi az kişi dinlese de etraflıca anlatıyordu. Benim ısrarımla Uluğ Bey’in rasathanesinin olduğu yere çıktık. Girişte Uluğ Bey’in görkemli büyükçe bir heykeli vardı. Rasathane’nin toprağın altındaki bir parçası duruyor dediler ama pek anlayamadım. Basamaklı bir şeydi. Burası da sonradan yapılmış kubbeli ve mavi çinilerle süslüydü. Ruslar tarafından sonradan bulunmuş kitaplarının nerede olduğu belli değilmiş. Ali Kuşçu sahip olmuş. Müze’de Ali Kuşçu’nun el yazması kitabı duruyordu. Adını çok duyduğum Timur’un hanımı Bibi Hatun’un yaptırdığı külliyeyi gördük. Ruslar yakıp yıkmış sonradan onarmışlar.

Pazar çok büyüktü olmasına rağmen kalabalık değildi. Normal tren istasyonuna geldik. Asansör ve yürüyen merdiven yoktu zorlandım. Alper sana misafir getirdim diyerek 3-4 kadınla yanıma geldi şaşırdım. Meğer Ahıska Türküymüşler. Bizimkilerin konuşmalarından anlayınca yanlarına gelmişler. Hemen sarıldık. Ardanuç ağzıyla konuşup tutmaç çorbasını sordum bildiler. Daha önce Özbekistan’da yaşıyormuşlar. Malum olaylarla Moskova civarına gitmişler. Burada toy olduğu için gelmişler ve geri dönüyorlarmış. Trenler ile sürülen Ahıskalı hemşehrilerimle garda karşılaşmak beni duygulandırdı.

Buhara

Yorucu tren yolculuğumuzun sonunda Türk dünyasının kalbi Buhara’ya vardık. Cumhuriyetimiz kurulurken buradan gelen yardımları unutamayız. Moskova üzerinden gelince hepsi bize ulaşmamış o zaman.

Araba bizi bekliyordu. Otelimize geldik. Resepsiyonda yiyecek ve içeceklerle doluydu ve personel eğitimliydi. Odalarda buzdolabı yoktu.

Kahvaltıdan sonra rehberimiz bize bölgeyi gezdirdi. Rehberimiz, Cengiz Han’ın vaktiyle bu bölgeyi yakıp yıktığını ve eskiye ait eserleri bırakmadığını belirtti. Tarihî mekanlarda yerel kıyafetler satılıyordu. Turistler de Buhara ipeğinden rengarenk desenli sabahlık kıyafetlerle dolaşıyorlardı. Havuzlu parkta oturduk. Bizim ketenin büyüğü bir ekmeği yaşlı bir kadından aldık. Her yerde dilimlenmiş meyve satılıyordu. Meyveyi çok seven biri olduğum için mest oldum.

Komünist rejimde kapatılmayan tek medreseye gittim. Tarihî, görkemli bir yapıydı. Merdivenlerden çıkıp büyükçe ahşap bir kapıyı açıp içeri girdim. Öğrenciler pinpon oynuyordu. Görevlilerle konuştum. “Dağıstan’dan mı geldin?” diye sordular. Merdivenlerin başına oturup meydanı ve tarihî binaları huşu içinde seyre daldım. Geçmiş zamanda yaşıyor gibiydim. Mescitlerin bazıları altın kaplama gibiydi.

Toprak renkli yapılarıyla tarihî alışveriş merkezinde gezdim. Otantik Buhara halıları, yerel eşyalar çok güzeldi ama ben borç alarak geldiğim için korkumdan alışveriş yapamadım. Rehber bizi meşhur bıçaklarının satıldığı bir dükkâna götürdü ama çok pahalı olduğu için alamadık. Paramızın değerinin olmaması bizi çok üzdü. Arabaya binip Nakşibendi’nin mezarının olduğu yere gittik. Etrafı ağaçlıklı temiz ve düzenli bir yoldan ilerledik. Sakallı erkekler oturmuş Kur’an okuyorlardı.

Çekinerek fotoğraflarını çektim ama bir şey demediler. Bizim mafiş dediğimiz yağda kızartılan hamurdan ücretsiz dağıtıyorlardı. Burada nereye girersen para veriyorsun. Türbede vermedik ama öğrencilerin öğrenim gördüğü yerleri gezmek paralıydı girmedik.

Mistik bir hava vardı bazılarımızı etkiledi. Mezarında dua ettik. Bir dükkânda Ahıskalı genç bir kızla sohbet ettik. Konuştuğumuz kız köyünün adını bile bilmiyordu. Şal ve takkeler aldık. Buruk bir şekilde hemşehrimizle vedalaştık. Türkiye’den bakanlıklardan gelenler vardı ama görüşmedik.

Akşam yemeğimizi tarihî ve müzikli bir lokantada yedik. Doğum günü, düğün, normal yemek her şey vardı. Burada canlı müzik de yapılıyordu. Ülkemize ait Türkçe müzikler de çaldılar. Kazakistan’dan gelen yaşlı bir kadın bizim yanımıza gelerek oyuna davet etti. İçimizde ona tek eşlik eden Aydemir eniştem çıktı. Yemekte lahanadan yapılan Rusların borş çorbasını içtik.

Özbekistan’da selam vermek adetini kaldıramamışlar ve yarım da olsa başları kapalılar var. Taşkent’e geri döndük. Sabah kalkıp Sinem ve Alper’le birlikte meşhur metroya bindik. Her istasyonda başka başka resimler yapılmış ve genişti. Metro kalabalıktı. İçeri girer girmez birkaç genç bana yer vermek için ayağa kalktı. Meşhur pazarlarına gittik her şey boldu. Merdivenleri çıkılarak üstü kapalı olan esas pazara çıkamadım. Park gibi bir yerde oturdum. Izgara da yapılıyordu. Dondurma yedim kötüydü. Özbekistan’da her yemekten sonra dua etme geleneği sık sık yapılıyordu. Buradan aldığımız bıçak için ağzına yağ sürün denildi. Bıçak kesmedi ama duvara asarak hatıra olarak sakladım. Nar suyu içmek istedik ama bize kazık attılar üzüldüm.

Yeğenlerim büyük pazarda at eti ile çok çeşitli peynirlerin satıldığını söylediler. Timur’un heykelinin olduğu parka gittik. Çok büyük ve görkemliydi. Gidip gelen fotoğraf çektiriyordu. Park geniş ve yeşildi.

Kaybolurum korkusuyla kendi başıma hiçbir yere gitmedim. Eve döndük. Komünizm bitmiş ama bir ilden diğer ile giderken işlem yaptırtıyorsun. Yeğenim çıkışta bile işlemler yaptırdı. Taksi şoförü Harizimliydi. “Buhari’nin mezarını niye görmediniz?” dedi. Müze gezmeye meraklı bir kişiyim ama her ilde rehberimiz olmasına rağmen götürmediler. Taşkent’te tarihî bir yer gezemedim. Kur’an’ı ve camiyi görmek isterdim.

Sabah havaalanına doğru yola çıktık. Evde o çok sevdiğim cins üzümler ile diğer meyveleri bırakmaya kıyamadım. Uçağa almazlar diye düşündüm ama Sinem geçirmeyi başardı. Bizim eşyamız az olduğu için kuyrukta valizleri geçirmemizi isteyenler çok ol

du. Yöresel el işlerine çok merakı olan ben sadece bakmakla yetindim, alamadım. Aklım rengârenk işlemeler ile papaklarda kaldı. Taşkent yolcuları daha resmiydi. Hostesimiz aynıydı. Uzun süre aynı yerde oturamayan benim için yol sıkıcıda olsa ara sıra uçak içinde tur atarak geçti. İstanbul’a indik. Epey mesafe kat ettikten sonra valizleri alıp havaalanından çıkıp Sinem’in arabasına bindik. Ankara’ya doğru yola çıktık.

O çok istediğim Orta Asya’nın en güzide ülkesini gezmenin hazzı bambaşkaydı. Tadı damağımda kaldı. Bir daha gitmek nasip olur mu bilmem. Rüya gibi gelip geçti!

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar