Uykum çok hafiftir. Gecenin derinliğinde bir tak tak sesi geldi. Gözümü açmadan ve nedense yadırgamadan “Kim o” diye seslendim. Kızım cevap verdi: Martı geldi pencereye, o tıklatıyor.
“Edgar Allen Poe, kuzgun.” dedim, uyudum. Kızım, rüya görüyor herhalde, demiş.
Sabah olunca bu tak tak sesine zihnimde bir pencereyi açık buldum. Poe kendini yalnızlaştırmada nasıl da derine inmiş. Kuzgunla konuşmaya başlamak… Kuzgun gibi vahşi, kapkara bir kuşun ürkünç sesini bile anlamlandırmak, sorularına onda cevap aramak.
Fuzuli’nin “Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı / Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge” deyişini de hatırlatmıyor değil. Esen rüzgarla bir an açılan kapı gıcırtısını işitip “İşte bir dost!” demek…
O ani ses öyle gizemlidir ki hâlden anlar bir dost gibi en yalnız zamanda çıkageldiği düşünülebilir. Halbuki “yalnızın” kapısını aralayan, doğudan esen o hafif rüzgardır. Belki biri gelir diye aralık bırakılmış olmalı. Hüznün derinliğinden bir umutla çıkıp sonra eskisinden daha derine gömülmek…
Sabah martılar pencerenin göğünde çığlıklar atarak pike yapıyordu. Seslendim.
– Martılar! İstanbul seviyor mu beni?
– Asla.
– Bir gün bir dostu uyandırır mıyım karlı bir günde?
– Asla.
– İşinize gidin martılar. Ne işiniz var çatımın üstünde? Haydi denizinize.
– Asla.
– Sizi gidi çöp yiyiciler sizi. Balıksız denizlerin yurtsuzları. Çıkın gidin.
– Asla. Asla. Asla.
Umutlanmak, hayata dair sorular sorup iyi bir cevap beklemek ve her seferinde daha iyi yenilmek için iyi bir sebeptir.
Varsın olsun.