“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım, kalbimi dinin üzere sabit kıl.”
(Tirmizî)
Allah’a yönelmek, rutinin dışına çıkmak mıdır, rutinimiz midir? Bunca önemli (!) işimizin arasında Rahman bize ibadet programı yüklerken rutinimizin yoğunluğunu elbette biliyor. Bir an bile O’ndan gafil olmamamızı, günün beş vaktinde yaz kış demeden, stresli miyiz, değil miyiz tartmadan önce abdest almamızı sonra namaz kılmamızı, her hafta cuma namazı için camiye gitmemizi, bir ay boyunca oruç tutmamızı, zenginsek zekât vermemizi, hacca gitmemizi istiyor. Üstelik bütün bunları ihlasla yapmazsak, karşılığını yalnızca Allah’tan beklemezsek bir değerinin olmadığını belki de yapılanların kabul edilmeyeceğini belirtiyor. Bir disiplin içinde Müslüman atmosferinden çıkmamamızı emrediyor.
Neden?
Savruluruz da ondan.
Neden?
Çünkü Yaratan, yarattığının hangi donanıma sahip olduğunu bilir; aklını, gönlünü, sıhhatini bilir; ona neyin iyi geldiğini, onun rutinini en iyi bilen yine O’dur. Yeter ki O’nun programını uygulama yolunda samimi gayret sarf edelim, kul olalım. Aslında o programın içindeyiz ancak bilincinde değiliz. Üstat şair Hayalî’nin dediği gibi,
Cihân-ârâ cihân içindedir ârâyı bilmezler
Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler
Bu deryanın, bu atmosferin, bu rutinin dışında kalan insan ruhu; gurbettedir, ötekileşmiştir, gariptir, kalabalıklar içinde yalnızdır. Deryadan çıkarılmış balık gibi çırpınır durur yeniden kavuşmak için yurduna. Ruhen gurbetlik yaşayanlardan biri Sezai Karakoç’tur,
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Karakoç, Müslüman atmosferinin estiği Müslüman muhitlerde olmasına rağmen kendini Allah’ı anmaktan, O’nunla olmaktan uzaklaştıran her şeyden kaçmak istiyor. Ruhunun çalkantılarını dindirmek için her fırsatta Rahman’a yöneliyor.
Hep Kanlıca ‘da Emirgan’da
Kandilli’nin kurşunî şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Peki ya semtlerinde minarelerin görülmediği, ezanların işitilmediği, ramazan ve kandil günlerinin hissedilmediği mekânlarda yaşayanların yalnızlığı, garipliği, savrulmuşluğu? Yahya Kemal, böyle bir ortamdan Müslümanlığın rüyasını görmek istediği ferahlı bir âleme atar kendini,
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neşe kapladı kerpiçten evleri.
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Lakin sadece o derya çare değildir; Müslümanlığın rüyasıyla uyanmak için deryanın bilincinde olmak ve O’nun programına dahil olmak da gerekmektedir:
Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.
Ruhumuza hadsiz gurbet akşamları yaşatmış olsak da Müslümanlığın nurlu sabahlarını bizim rutinimiz eyle ve kalbimizi dinin üzere sabit kıl Allah’ım!