Göçtük kendimizden, Konya’ya sefer eyledik. Aşkın gönüle, güneşin karanlığa, tohumun toprağa değmediği vakitlerde sefer ediyorduk. İffetin bekâretine el, hayata ölüm değmemişti. Bir’i çok’a bölmemiş, çokluğa da ‘bir’ dememiştik. Fena hâlde entelektüeldik.
Var olduğumuz anlara ‘var’ diyorduk sadece. Ötesi ölümdü. Yok demeye, yokluk demeye de dilimiz varmıyordu. Her var’ın sonuna bir nokta, her yok’un sonuna bir var koyuyorduk. Var’ı kendimizle, yok’u var’la zapt etmeye çalışıyorduk. Bizimle sınırlı olduğu sürece ’var’la da ‘yok’la da bir problemimiz yoktu. Dedik ya, fena hâlde entelektüeldik.
Neoinsanizm, neobeşerizm, neokaderizm, neocinsiyetizm, neokadınizm, neoerkekizm, neopsikal, neososyal, neoegzistansiyal bütün süreçlerin üstüne serpiştirdiğimiz tanrı tozundan ürettiğimiz neohuman’a ‘Yürü be aslanım, kim tutar seni!’ deyip arkasından el çırpıştırıyorduk.
Röfleli saçlarımız, aldırılmış kaşlarımız, estetikli dudaklarımız, dövmeli ruhumuz, hülyalı bakışlarımız, toz tutmamış yalnızlığımızla elde ettiğimiz hibrit güzelliğimiz (ha bu arada, ‘Yaşasın Hibritizm!’), neohuman’ın ufkunda parıl parıl parıldamaktaydı…
Göçtük kendimizden, Konya’ya sefer eyledik.
Efendim, aah efendim!
Bu sefer başka seferdi.
Yıllar bir silindir gibi geçmişti üzerimizden.
Sen, o yılların karekökünün nasıl alınacağını öğrettin bize. Yılların karekökü vakt imiş meğer. Vakt tahsil ettik mübarek rahlenden.
Vakt deyince sen, gül kokuyorduk; gül dediğinde vakte dönüşüyorduk.
Bize vakt’i hediye ettin Efendim.
Bütün hibritliğimize, karmaşıklığımıza, berduşluğumuza rağmen huzuruna kabul buyurdun.
Biz bir ‘mesele’ydik Efendim. el-Hakîm’le el koyup, hükme bağladın bizi.
Bir mesele olmaktan çıkmıştık artık.
Şimdi huzurundayız.
Uzat, o mübarek ellerinden öpelim Efendim!