Yazar: Müzeyyen Çelik
Ne kadar söylesem de ağlasam sızlasam da beni sahura uyandırmıyorlardı. Ramazan’ın kış günlerine denk geldiği zamanlardı. Çocuktum. Hava soğuk, üşürsün, okuldaki dersleri zihnin almaz, sen daha çocuksun diye diye beni oyalıyorlar, bazen söz verseler de yine sahura uyandırmıyorlardı. Herkes uyanıyor, sahurunu yapıyordu ve onlar çok güzel zamanlar geçirirken beni bundan mahrum bırakıyorlardı. Sonra minarelerden yükselen Sellooo! Sesiyle biraz ürpererek uyanıyor ama artık sahur yapamadığım için oruç tutamayacağımı biliyor çok üzülüyordum. Gece kalkıp yemek yemeleri, ertesi gün bütün gün aç kalmaları ve annemle babamın dinginliği öyle hoşuma gidiyordu ki. Ben neden bunları yaşayamıyordum.
Çocuktum ama bebek değildim. Bütün güzel şeylerden uzak tutulmaya çalışılıyormuş gibi hissediyordum ve abimi benden çok sevdiklerine emindim. Çünkü o sahura kaldırılıyordu yani oruç tutmasına izin veriliyordu. Bense iftara yakın pide almaya giderken onun yedeğiydim sadece. Akşam annemin telaşına ortak olmak için salatanın üstüne zeytinleri atıyor, sofraya bir şeyler taşıyor ortalıkta dolanıyordum sadece. Oruçlu olan diğer aile bireylerinin sahip olduğu bütün güzelliklerin kıyısındaydım. Çok üzülüyordum ve kendimi eksik hissediyordum. Ramazan’ın henüz ortalarıydı ve oruç tutmama izin verilecek gün olan Kadir Gecesi’ne epey zaman vardı. Dayanamadım ve planı yaptım. Sahura kadar uyumayacaktım!
İftar hazırlıkları tamamdı. Annem çayı daha iftar olmadan hazır eder, yemeğin hemen üstüne muhakkak çay içilirdi. Ramazan sofralarına has yapılan yeşil soğanlı yumurtalı salata da o gün hazırdı. Top patladı, ardından ezan okundu. Babam orucunu gül reçeli ile açardı, abim su içerdi, annem ise önce uzun uzun dua eder sonrasında parmağını yalayıp çörekotuna bandırır, orucunu öyle açardı. Ben o güzel anın ne ifade ettiğini anlayamaz sadece onları izlerdim. İftar sofraları sakin ve telaşsızdı. Çay içildikten sonra akşam namazını yetiştirme ve teravihe koşturma hazırlıkları ortamı biraz hareketlendirirdi. O gün teravihe ben de gitmek istedim. Annem hemen abdest almamı, hazır olmamı söyledi. Sofra bezini bahçeye silkeleyip hazırlandım. Annem teravihlerde en çok Karadonlu Camii’ine giderdi. Babam bazen gider bazen de gitmezdi. Karadonlu Camii eski bir sokağın başında küçücük bir camiydi. Herkes birbirini tanırdı buralarda. Teravih sonrası evlere dağılana kadar ayaküstü sohbetler edilirdi.
O gün de öyle oldu. Annemle eve geldik, ikinci defa çay demledik. Çay içmeyi anlamlı ve keyifli bulmamama rağmen birkaç bardak demli çay içmek istedim. Annem şaşırsa da bu isteğime çok itiraz etmedi. Demli çay içersem gece uyuyamaz ve sahura kadar uyanık kalırdım. Lakin kış ramazanlarının en güzel yanlarından biri uzun geceler olmalıydı ki çay da içsem, sürekli bir şeyler de yiyip içsem zaman bir türlü ilerlemiyordu. Sahur vaktine kadar nasıl oyalanacağımı hiç bilmiyordum. Şimdi yine herkes uyanıkken oyalanmak kolaydı da babam on birde ışıkları söndürürdü. Ondan sonra daha epey vakit uyanık kalmam lazımdı ki sahura yetişebileyim. Yataklar yapılana kadar bebek oynadım. Evde el ayak çekildikten sonra da oynamaya devam edecektim. Herkes odasına çekildi. Abim başını yastığa koyar koymaz uyudu, yutkunmaya başladı. Uykusunda yutkunmaya başladı mı tamamen uykuya dalmış demekti. Ben, yattığım yer yatağından sessizce kalkıp perdeyi araladım, bebek oynamaya devam ettim. Bebeğim ağladı, onu besledim, yıkadım, uyuttum ama daha sahur vakti gelmemişti. Sonra ayak seslerine dikkat kesildim. Topuklu ayak sesleri yere çivi çakıyor gibiydi. Annemlerin derin uykulara daldığı saatlerde insanlar gezmelerden geliyor, gülüşüyor, bir şeyler anlatarak yürüyorlar ya da tartışıyorlardı. Bütün konuştukları gecenin sessizliğinde anlaşılıyordu. Sahura kadar bitmedi ayak sesleri. Bir ara köpek sesleri çok yaklaşınca korkudan yorganın altına saklandım ama uyuyakalırım endişesiyle hemen geri çıktım. Bekçi düdük çaldı bir ara, yine korktum. Hırsız mı vardı acaba? Bizim eve girse ben onunla göz göze gelsem! Bu korku beni bütünüyle kaplamıştı ki annemlerin odasının kapısı açıldı. Annem mutfağa geçti, sonra bizim yattığımız odadaki sobanın üstünden güğümü aldı. Sıcak suyu çaydanlığa koymuş olmalı. Alelacele sahur sofrasını hazırlayıp odaya getirdi. Abimi uyandırdı. Onun yatağını topladı, sofra bezini ortaya serdi. Sobaya kömür attı. Abim daha kendine gelememişti, toplanmış yatağın kenarına büzüldü. O sıra annem babamı çağırmaya gidince ben yatağın içinden çıkıp sofranın başına oturdum. Annem odanın ışığını bile yakmamıştı oysa. Koridordaki ışıkla idare ediyordum. Sonra babam geldi, beni görünce yüzü değişti. Kızım sen küçüksün neden uyandın ki? Büyüyünce tutarsın oruçlarını.
Ben de oruçlu olmak istiyorum, siz beni sahura kaldırmazsanız ben de kendim uyanırım dedim. Annem sesimi duyunca odaya girdi. Bak sen, bu uyumamış da gözlere bak, dedi. İyi bakalım sen de sahur yap. Sen tekne orucu tutarsın dedi. Acıkırsan yersin ifadesi de beni ayrıca çok üzmüştü. Sahur yemeği oldukça güzeldi. Haşhaşlı gözleme, ballı kaymak, keçi peyniri, zeytin, gül reçeli ve çay. O yaşıma kadar bu kadar lezzetli şeyler yememiştim sanki. Yarın bütün güç acıkmamak için o kadar çok yiyordum ki sanki sofrada benden başka kimse yoktu. Annem halime bakıp babama kaş göz yapıyordu. Hepimiz doyduk, son çaylar içildi. Dişlerimizi fırçaladık, son yudum sularımızı içtik ve o ses!
Selloooooo!
Selloooooo!
Bu sesten sonra yemeyi, içmeyi bıraktık.
Bir süre sonra da ezan duyuldu. Annem dedi ki namazsız oruç olmaz. Sabah namazını da kıl öyle yat. Sabah namazımı da kıldım ve ilk orucum için niyetlenip yattım. O kadar uykum gelmişti ki. Yatar yatmaz uyumuştum.
Sabah uyandığımda saat on buçuktu. Abim daha uyanmamıştı. Televizyonda o saatlerde çıkan çizgi filmleri izlemeye başladım. Oruçlu ve huzurlu mümin bir çocuktum.
Müzeyyen Çelik (Kütahya, 1983-)