Türkiye’de Lisans eğitimini bitirdikten sonra lisansüstü eğitim için Fransa’ya giden ve dönüşte, kendi ifadesiyle, kazandığı ümmet bilinciyle Erzurum’da üniversitede göreve başlayan ve çalışma hayatı boyunca da bu özelliğinden taviz vermeyen Şerafeddin Gölcük hocamızın bu yönünü yazmaya başlarken bazı önbilgileri vermek gerektiğini düşünüyorum.
Sezai Karakoç, “Masal” isimli şiirinde, yedi oğlu olan doğulu bir babanın batıya giden oğullarının altısının, batıda nasıl kaybolup gittiğini anlatır. Kimi zengin, kimi şair, kimi bilim adamı, kimi de daha başka yollara saparak oralarda saplanıp kalırlar. Baba da bu arada kederinden ölür. Son oğlu ise kaybolmamak için ilginç bir direnç göstermeye karar verir ve bunu uygular.
Son yüz elli yıllık tarihimizde masaldaki kayboluşların bir yığın ilginç örnekleri vardır. Birkaç örnek vermek gerekirse, Tanzimat Fermanını hazırlayıp yayınlatan Mustafa Reşit Paşa, Paris’te bulunduğu yıllarda Auguste Comte’un telkinleriyle ilk pozitivist Türk olarak İstanbul’a dönmüş, daha sonra da bir mason locasına kaydolarak aidiyetini netleştirmiştir. Kendisine bir kaside ile övgüler yağdıran Şinasi de Reşit Paşa sayesinde Fransa’ya maliye ile ilgili araştırmalar yapmaya gitmiş ama dönüşte Fransa’da öğrendiği bilgilerle batılı anlamda bir edebiyat ve düşünme faaliyetlerine başlamış, kaleme aldığı bir kasidede kendisini Fransa’ya gönderen Reşit Paşa’yı ‘pozitivizmin peygamberi’ anlamında ‘medeniyet resulü’ olarak selamlamıştır. Kasidede bunu pekiştiren başka ifadeler de vardır: Mucize, vakt-i saadet, fahr-i cihan… Tevfik Fikret’in oğlu Haluk, güya ülkeye medeniyet getirmek üzere gönderilmiş, ama sonuçta Amerika’da bir kilisede papaz olarak ömrünü tüketmiştir. Bir dönem Paris’te kalan ve Fransız tarihçi ve şairleri ile birlikte vakit geçiren Yahya Kemal, ‘eve dönen adam’ olarak kabul edilmiştir. Ancak o da “Müslüman mısınız?” sorusuna, “Atalarımın dinidir, saygı duyarım” şeklinde karşılık vermektedir.
Bu birkaç örnek, “Masal” şiirinde anlatılan kaybolmuş oğullardan önemli çizgiler taşımaktadırlar.
Batının büyüsüne kapılıp da oralardan dönemeyen, dönse bile bize yabancılaşmış olan sayısız örnek vardır.
Hocam Şerafeddin Gölcük, “Masal”daki yedinci oğul gibi, kaybolmadan eve dönenlerden biridir. Üstelik eve sağlam bir kimlikle dönmekten öte, bağlı olduğu inanç dünyasının bir gereği olarak ‘ümmet bilinci’ni pekiştirerek yurda dönmüş ve bu çizgide yaşamayı ve çalışmayı hayatı boyunca da hep sürdürmüştür. Bu özelliğinden dolayı çalışma hayatında sık sık önü kesilmeye çalışılmış, ama kendisi doğru bildiği yoldan sapmadan ümmet bilinciyle hayatına devam etmiştir. Bütün bunları hayatını anlattığı Ümmet Bilinci adlı hatıralarından takip edebiliyoruz.
Hocamı Erzurum yıllarından tanırdım, ama Ankara’da, evlerinin yakınında bir evim olunca sıkça görüşme, sohbet etme, kendilerini dinleme imkânım oldu. Her buluşmamızda ümmet kavramının açılımı olan konuşmalarına şahit oldum. Anılarını kaleme aldığı kitabı çıkınca ona da Ümmetle Birlikte adını uygun bulmuştu.
Onun sürekli bu bilince vurgu yapmasının temelinde, yetiştiği ortamın da önemli katkıları olduğu anlaşılmaktadır. Kendi ifadesiyle yedi yaşından itibaren sıcak bir aile ortamında hafız olan babasından ümmet-i Muhammed’in bir ferdi olduğunu öğrenir. Ortaokul, lise ve üniversite yıllarında da bu biraz daha pekişir. Doktora yaparken ümmet-i Muhammed’in ne olduğu daha da billurlaşmış olur.
Fransa gibi oryantalistlerin merkez üssü sayılan bir ülkede lisansüstü çalışmalarını yapan hocam, gerek Fransa’da gerekse sonraki yıllarda çalıştığı mekânlarda kendisine rehberlik eden üç ismi sürekli rahmetle anmaktadır. Bunların üçü de dünyanın farklı ülkelerindendir ve Muhammed adını taşımaktadırlar: Muhammed Hamidullah, Muhammed Tancî ve Muhammed Tayyib Okiç. Bu zatlardan Hamidullah Hindistanlı, Tancî Faslı, Tayyib Okiç ise Bosnalıdır. Hatıralarında Muhammed Hamidullah için şu ifadelere yer verir: “Onun bu faaliyetleri bizler için tam bir bilim ve kültür ziyafeti idi. Karşımızda, yanı başımızda mücehhez, donanımlı, mükemmel, mütefekkir, meşru metotlar kullanan, heyecansız ve slogansız ama kararlı, azimli, amaç ve gayesi İslam’ı anlatmak olan sade ve basit bir hayatın sahibi, sahabe tabiatlı bir Müslüman vardı. Zengin ve engin bir kaynak, akan bir ırmak, önümüzü aydınlatan bir ışık, gökte bize yol gösteren bir yıldız idi.”
Şerafeddin Gölcük, Fransa’da Türkiye’den gitmiş bir doktora öğrencisi olarak yapayalnız da değildir.
Türkiye’den kendisiyle birlikte aynı amaçla Fransa’da bulunan ve sonradan kendisi gibi lisansüstü çalışmalarını başarıyla bitirerek ülkeye dönenler hayli kalabalıktır. Bunların sayısı kendi ifadesiyle 25-30 kadardır. Hepsi de kendisi gibi Ankara İlahiyat Fakültesi mezunudur: Sakıp Yıldız, Emrullah Yüksel, Mustafa Tahralı, Sadık Cihan, Mustafa Said Yazıcıoğlu, Salih Akdemir, Hayrani Altıntaş, İhsan Süreyya Sırma ve daha başkaları… Yani birbirlerine dayanıp güvenebilecekleri arkadaşlarıyla birliktedirler.
Orada birbirlerine dayanak olmuşlar, birbirlerini yanlışlıklardan korumuşlar, böylece başka yollara saparak kaybolmamışlardır. Bu arkadaşları ile ilgili olarak hatıralarında şu ifadeleri kullanır: “Cuma günleri Paris Camiinde buluşuyorduk. Birbirimize gidip gelmeler eksik olmuyor, tam bir tesanüt, dayanışma, kaynaşma ve kardeşlik havası içinde günlerimizi yararlı bir tarzda yaşıyorduk… Diğer yandan eksiklerimizi gidermek için birbirimize yardımcı oluyor, aramızda oluşturduğumuz dar kapsamlı seminer çalışmalarıyla yarınlara hazırlanıyorduk.”
Hocamın çevresinde sadece Türkiye’den değil başka İslam ülkelerinden gelen ve ilerde kendi ülkelerinde önemli kademelerde bulunan isimler de vardır. Bunlardan Ebu’l Hasan Beni Sadr İran İslam Devrimi’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuş, Raşid El-Gannuşi ise Tunus Nahda hareketinin liderliğini yürütmüştür.
Doktora yaptığı Fransa yılları için Ümmetle Birlikte kitabının ilgili bölümüne “Ümmetin ve Medeniyetimizin Keşfedildiği Bilinçlenme İklimi” başlığını uygun görür.
Bu bölümde doktora çalışmaları sırasında çeşitli ülkelere gidişini ve oralarda yaşadıklarını anlatır. Osmanlı coğrafyasının bazı bölgelerinde kendi medeniyetimizin oluşturduğu ümmet topluluklarının var olmaya devam ettiğini müşahede eder. Bosna, Cezayir, Fas, Tunus ve Libya’da başlarına gelenleri ve kendilerine samimiyetle yardımcı olan güzel ve fedakâr insanları minnetle anar. Bu kişiler de hocamın ümmet bilincini kuvvetlendiren örneklerdir.
Hocam, Türkiye’ye döndükten sonra Erzurum ve Konya’da üniversitelerde, Ankara’da ise Din İşleri Yüksek Kurulu ve Türkiye Diyanet Vakfı Mütevelli Heyeti üyesi olarak çalıştı. Bütün görevlerinde aynı bilinç ve dikkatle çalışmalarını yürüttü.
Hocamın, son olarak Cihannüma Derneği Genel Merkezinde (Ankara) düzenlenen bir sohbetini dinleme imkânım oldu. Hocam orada da bizimle, hayatının önemli bir yansıması hâlindeki ümmet bilincini paylaşmıştı.