Genel
Siirt: Ziyaretgâh Şehir
Yasin Hoca’nın biraz da keyifle tanıttığı Kızlar Tepesi’nde yemek için toplanan arkadaşlardan şehrin pek çok yönünü öğrenme fırsatı buldum. Ama işte ancak öğrenme… Oysa sokaklarda yürümek, hasır sandalyelere kurulup kaçak çaydan yudumlamak, “Burada bir kitabevi var mı?” diye sormak varsa oraya doğru yönelmek, bazı sokakların içine sinmiş kokuyu kendi ortamında hissetmek, insanlara dokunmak gerekirdi.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Necdet Subaşı, Dr.“Siirt’i nasıl oldu da bu saate kadar gelip görmedim.” diye hayıflanır dururdum. Oysa ne kadar da yakındım, etrafından çokça geçmişliğim vardı, ha desem varabilecek bir yerlerdeydim ama işte onlarca vesile onlarca fırsat yine de olmamıştı. Nasip değilmiş, kader kısmet… 2024 Mart’ının 5’i ve 6’sı benim için önemli. Şimdi, merak ettiğim, görmek için sabırsızlandığım şehir karşımda adım adım akıyordu.
Hafıza Kayıtları
Siirt hakkında kim ne biliyor, bu şehirle ilgili yargılarım nasıl oluşmuştur, neyi nasıl görmüşüzdür, hatırlamaya çalışıyorum. Muhtemelen birbirinden farklı onlarca izlenim ortalıkta dolaşmakta ve sonuçta bir fotoğraf hepsini temsil etme yükümlülüğünü üstlenmektedir. Bendeki çerçeve daha Siirt’ i görmeden oluşmuştur. Van’da kiracısı olduğumuz ev sahibimiz Siirtliydi ve bizim bu şehir hakkındaki kanaatlerimizin çoğu da sanırım onun sayesinde edinilmiştir. Ahmet amca da eşi Şöhret teyze de şimdi benzerlerine pek fazla rastlayamayacağımız derecede temiz ve dindar insanlardı. Ahmet amca bana babalık, Şöhret teyze de Ayla’ya annelik yapmıştır. Bu böyledir, şimdi kıyamet kopsa ben bu şehadetle ölmek isterim. O kadar yani.
İnsan bazen şaşırtıcı bir şekilde koca bir şehir hakkında işte böyle bir iki kişi üzerinden kocaman tasavvurlar edinir. Hoş sonradan yaşadıklarımın hiçbiri bu kanaatimi sarsmaya yetecek bir karşıtlık üretmemiştir ama ben yine de Ahmet amcayla Şöhret teyze üzerinden yakaladığım Siirt’i sonradan gördüğüm Siirt’le bile mukayese etmekten içtinab ederim. Şimdi ikisi de hayatta değiller. En son ziyaret ettiğimde evleri de depremden hasar gördüğü için yıkılmıştı.
Benim Van yıllarımda ne kadarı doğru bilmem ama sanki ticaret Siirtlilerle Karadenizliler arasında pay edilmişti. Geriye kalandan Vanlılara düşen belki de şark nezaketi, incelik ve muhabbetti. Daha doğrusu Vanlılara böyle bir paydan arta kalan başka hiç kimseyi dışarıda bırakmadan tekmil huzurdu. Onların da hakkını teslim etmek isterim.
Bazen koca bir şehri bütün bir müktesebatıyla tek bir kişi temsil edebilirdi. Siirt söz konusu olunca bu kişi Ahmet amcaydı. Ahmet amca Hacıbekir Mahallesi 3. sokakta oturan bir Siirtliydi ve başta ben olmak üzere ona komşu olan herkes onun elinden ve dilinden emin olarak yaşama saadetine nail olmuştu.
Sonra pek çok Siirtli tanıdım. Bir kere daha Siirt’in adını bile duymadan bizim mütevazi muhitimizde bir şekilde dilden dile gezen Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri vardı ki onun meşhur Marifetname’sinden habersiz olmak mümkün değildi. Tillo evliyaları diye bir şey de vardı, belli ki coğrafya mümbitti ve burada Allah dostlarına açılan pek çok güzel kapı mevcuttu. Hele değişik vesilelerle ziyaret ettiğim Veysel Karani bambaşkaydı. Onun bir makam olarak Siirt’e tahsis edildiğini bilmeyen yoktu ama memleket yine de buraya akıyordu, orada kalanlar, yüzünü eşiklere sürenler, bir medet umanlar… Yolumun Diyarbakır’dan geçtiği her seferinde buradaki türbeye uğramak, orada akan vakti bir ucundan yakalamak benim için her zaman istisnai bir mazhariyet olmuştur. Kimilerinin açıkça burun kıvırdığı, kimilerinin ise hiç fark etmediği, fukara ve düşkünlerin hiç bıkmadan usanmadan eşiğinde adeta nöbet tuttuğu bu yerde bazılarımızın başkalarından alamadığımız şeyleri bu merkattan bir şekilde alacağımıza dair iman ve gümanlarımız vardı.
Şehrin Temsilleri
Benim için Siirt biraz da eski öğrencilerimden Zekeriya Menak ve geçmişi 80’lerin başlarına kadar varabilecek dostluklarıyla Yasin Aktay demekti. İkisi de Siirtliydi. Zekeriya’nın sadeliği ve sükûneti, Yasin Hoca’nın derinliği ve cevvaliyeti tam da işte benim bahsettiğim Siirt’i resmediyordu. Yasin Hoca daha lisans öğrencisi bile değilken arkadaşım Ahmet Uçar’ın Siirt İmam Hatip’ten bir öğrencisi olarak Konya’da misafirimiz olmuştu. Liseyi o yıl bitirecekti ve Konya’ya da öğretmeni olan arkadaşım sayesinde gelmişti. Sanırım o günlerde üniversite sınavlarına da girecekti. Sonraları Ahmet’le aramızda hiçbir irtibat kalmayacaktı ama Yasin Hoca’yla olan yakınlık ve dostluğumuz her geçen gün daha da artacak bir şekilde derinleşecekti. Nasıl olmasın ki… İlk karşılaştığımız o günlerde bile farkında olduğu konuları, dile hakimiyetini, peşine düşüp sahiplendiği soruları görünce adeta büyülenmiş, karşısında yeni mezun olmuş bir İlahiyatçı olarak şapka çıkarmıştım. Sonradan Yasin Hoca’yla Konya’da birbirimize daha da yakınlaşacak, bir ilahiyatçı retoriğiyle büyümeye çalışırken onun farklı alan ve disiplinlerden devşirdiği bilgi ve argümanlarla kendimize bir yol bulacaktık.
Zekeriya ise benim Van sosyolojiden öğrencimdi. Derslerine hemen hemen her yıl girdiğimi hatırlıyorum. O bir çile adamıdır. Okul yıllarından sonra bir daha görüşemedik ama irtibatımız hiç kopmadı. Gerek lisansta gerekse sonraki yıllarında alanla ilişkilerini hiçbir şekilde askıya almadı. Etrafında tahrik edici, kışkırtıcı hiçbir şey olmasa bile adeta kendi kendini ateşleyerek okumalarını sürdürmeye devam etti. Bizim zamanımızda da çok okur, derslerde mutlaka bir ya da iki soruyla konuları istediği noktaya taşımayı başarırdı. Dönem arkadaşı Suat’la o, belki de ileride Van sosyoloji denince her fırsatta hatırlayacağımız birer öğrenci olarak sık sık yokladığımız hatıralarımızda yerlerini almıştır. Zekeriya’yı bir ben değil bölümdeki tüm Hocaları sever ve ciddiye alırdı. Bir kere kalenderdi, mütevaziliği asla kibri kaldırmayacak kadar gerçek ve ona aitti. Bunların ne kadar da önemli olduğunu ilerleyen yıllarda pek çok kötü örnekle yüz göz olmak durumunda kalınca çok acı bir şekilde hatırlayacak ve değerlerini takdir etmekten asla vazgeçmeyecektim.
Yasin Hoca da Zekeriya da Siirtli ama bu kadar yıldır bir vesile yaratıp da beni Siirt’e getirmeyi başaramadılar. Birlikte hayıflandık, içinde keşkelerin yer aldığı seri bir edebiyatla hep bir telafi peşinde olduk ama işte ancak şimdi mümkün oldu ve tabii ki bunu da ben hem Zekeriya’nın çabasına hem de şimdi birazdan anlatacağım sevgili Cemalettin Hoca’nın niyet ve iradesine nail olarak başarmıştım.
Cemalettin Hoca liseden itibaren Yasin Hoca’nın arkadaşı ama ben onunla Van’da tanıştım. İkimiz de aynı fakültede birlikte benzer süreçlere tabi olarak çalışmalarımızı sürdürdük. Hatta bir ara kısa da olsa aynı sokakta oturmuşluğumuz bile vardır. Karşılıklı evcek ziyaretlerde bulunduğumuz sayılı arkadaşlarımızdan biriydi. Onun alanı “Kelam”dı ve İlahiyat eğitiminin üzerine yine mezun olduğu fakültede doktorasını da tamamlayarak Van’a dönmüştü. Aslında Cemalettin bey en çok da yakın arkadaşları Yasin Aktay, Şinasi Gündüz ve Mahfuz Söylemez’le birlikte anılırdı. Onlardan her biri kendisi gibi alanlarında tanınmış isimlerdi. Hepsi de üniversitelerde görev almış, sosyolojiden kelama, dinler tarihinden İslam tarihine kadar hemen her alanda kendilerinden bahsettirmeyi başarmışlardı.
Benim için Siirt denince hep aklıma gelenlerden biri de lisanstan hocam İhsan Süreyya Sırma’dır. Erzurum’da öğrenciliğimin en cerbezeli günlerinde elimden tutan birkaç hoca varsa, kuşkusuz onlar arasında en önde geleni İhsan Süreyya Hoca’ydı. Öyle ki lisans tezimi de ondan yapmıştım. Kendisiyle olan ilişkimi öğrencilik yıllarımdaki kadar coşkuyla sürdürebilseydim akademik hayatta biricik emelim İslam tarihçisi olmak olurdu ama olmadı ve sonunda kendimi din sosyolojisi çalışırken buldum.
İhsan Hoca emekli olduktan sonra Siirt Üniversitesi’nin hem kurulmasına hem de kişilik kazanıp kurumsallaşmasına azami destek sağladı. İlerlemiş yaşına ve birbirini tetikleyen sağlık sorunlarına rağmen, konferans için gittiğim fakültenin de kurucu dekanlığını yapmıştı. Burada kime sorsanız onun coşkusundan bahsederdi. Yani diyeceğim o ki İhsan Hocalar, Yasin Hocalar, Cemalettin Hocalar benim Siirt’e gelebilmem için yeter şart olsalar da bugüne kadar bu mümkün olmamıştı.
Şimdi Burada, Yeniden…
Ben Siirt’e 2024 Mart’ının 5. gününde ancak gelebildim. Olsun buna da şükür. Siirt’e de ona pek yakın Batman’a da düzenli bir uçak seferi olmayınca ben zorunlu olarak yolculuğumu Diyarbakır üzerinden yapmak durumunda kaldım. Havaalanına karşılamaya gelen bizim sevgili Zekeriya’ydı ve belli ki yaklaşık üç saat sürecek Siirt yolculuğunda onunla aramızda konuşulmamış hiçbir şey bırakmayacaktık. Zaten birbirimizi çok özlemiştik. Merak ettiğim onlarca şey vardı. Zekeriya mezun olduktan sonra ne yapmıştı, uzaktan kulağıma gelen sıkıntılarıyla baş edeceğim derken acaba ne kadar yıpranmıştı. Onu son derece canlı, dinamik ve tabii ki bıraktığım gibi buldum. Hepimizi ortaklaşa hüzne boğan ve tadımızı kaçıran duyarlılık alanlarımızı bir kenara bırakırsak Zekeriya üniversitesinden de kendinden de taşımaktan yorulmadığı dertlerinden de memnun gibi görünüyordu.
Aslında çok mutluydum… Bunu belki belli etmiyordum ama Ankara’da uçağa binmeye hazırlanırken, aynı yere gideceğini öğrendiğim Yasin Hoca’yı birden karşımda bulduğumda içimde büyük bir heyecan oluşmuştu. Uçakta yan yana oturmasak da Diyarbakır’a indikten sonra bize tahsis edilmiş araçla birlikte kısmen uzun sayılabilecek bir yolculuğun, anlatılmaya değer, kim bilir ne güzellikleri vardı. Bir yandan şimdiye kadar hiç kullanmadığım bir güzergâh üzerinden etrafımızı seyre dalarken, Siirt’e doğru yol kat ediyor bir yandan da buralarla olan alakası fark edilir derecede yüksek olan bir başka yol arkadaşımızdan ilk elden adrese teslim bilgiler alıyoruz. Yasin Hoca sosyologdur; bu alanda nerdeyse tek başına değerlendirilmeyi hak eden bir literatürün sahibidir. Ancak bir başka açıdan, Siirt başta olmak üzere bölgedeki belli başlı iller hakkında da özellikli bilgilere sahip olabilmesini mümkün kılacak bir politik kimliğe de sahiptir. Onun sosyolojiyle taçlanmış entelektüel ilgileri, siyasi kimliğini içselleştirmiş olan kişiliği ve son zamanlarda iyice belirginleşen müteşebbis kimliğiyle de bütünleşmiş durumdadır. Bütün bunlar bir yana, ben Yasin Hoca’yı daha çok Tezkire’deki makaleleri ve gazete yazılarıyla öne çıkarmayı tercih ederim. İslami entelektüel yönelimlerin derinleşmesine katkı sağlayan düşünceleri sorumluluk bilinciyle de birleşerek onu her seferinde yeni bir söz söylemeye cesaretlendirir.
Siirt, tabii ki öncelikle bir coğrafya, iklim ve şehirdir. Çoğunluğunu “yerli” Arapların oluşturduğu bu şehirde, gündelik hayatı çevreleyen güçlü maneviyatı hemen fark etmek hiç de zor değildir. Çocukluğumdan beri bu coğrafyanın adı her anıldığında hemen ardından beraberinde buralarda mukim evliyadan söz edildiğini hatırlarım. Aradan çok zaman geçti, kimin veli olduğu kimin olmadığı tartışmaları özünden saptı ve şimdi ortada dolaşanın ne olduğunu değerlendirebilecek kadar müzakerelere hâkim değilsem de şehrin bu mirasın yarattığı şerefle varlığını sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.
Her biri birer şiir başlığı havasında duran mekân adları bile bende hep hatırlattıkları geçmişleriyle birlikte anılır. Kurtalan, Baykan, Eruh gibi taşıdıkları yan anlamlarıyla Siirt’i çevreleyen ilçelerin yanı sıra, değişik düzlemlerde tarihe dâhil olan yönleriyle zihnimizde aşınmaz izler bırakan Tillo, Pervari ve Şirvan da sonuçta bir bütünlüğün birbirinden farklı temsilleri olarak güçlü anlam ve değer stokları oluşturur.
Bana kalırsa bazı şehirler birer ziyaretgah mesabesindedir. Konya’nın, Bursa’nın, Diyarbakır’ın ve İstanbul’un zihnimde açtığı uhrevilikle Siirt arasında olsa olsa bir derece farkı vardır. Gerisi aynıdır. Kudüs’ten Erzurum’a ve Saraybosna’ya Granada’dan Bağdat’a ve Şam’a hepsi de bize sanki aynı duyguyu terennüm eder, telkinlerinin arkasında bir hatırlatma vardır. Bu kadar kısa bir ziyarette bile, hızla modernleşen şehri her tarafından sarıp sarmalayan bir tarihin nasıl da sıkı bir takipçi edasıyla hayata eşlik ettiğini fark etmemek mümkün değildir. Ondandır Siirt de başka kadim şehirler gibi bizden ölçüyü bozmayan, dikkati dağıtmayan, kadir kıymet bilen bir tazimin kendisinden esirgenmemesini ister gibidir.
Bazen Görmek Bazen Hissetmek…
Bir şehri kısa bir seyahatle anlamak tabii ki zordur. Ama yine de kabul etmek gerekir ki anlık görmelerin de başka yanları vardır ve zaman zaman bu tanıklıklar da başka birtakım işaretlerle buluşmayı sağlar. Bu bağlamda benim eski çarşı dediğim ve Siirt’in nispeten bozulmamış sokaklarında dolaşırken memleketin başka şehirlerinden kopmaksızın attığınız adımlar size dışarıda bırakılmasına gönlünüzün asla razı olmayacağı ortak bir hafızayı taptaze bir şekilde takdim eder. Hele kadim zamanlardan kalma Ulu Cami’nin etrafında soluklanmak için durakladığınızda abidevi minare sizi göz hizanıza bakmaktan alıkoyar ve milim milim başınızı göğe kaldırmak koşuluyla ancak en uç noktaya bakabilme şansı elde edebilirsiniz. Ulu Cami’deki sadelik bize lazım olan asaletin nasıl kazanılacağı konusunda sessiz ve derinden ayaküstü bir vaaz verir. Tamamı taş mimari olarak arzı endam eden caminin içinde ferahlatıcı dehlizler arasında mihraba doğru ilerler, geçmişin bütünlüğünü koruyan bu yapının incelikli ihtişamına kafa yormayı esaslı ödevleriniz arasına yerleştirirsiniz. Yine ilginç ve garip bir etkileşimle Japonya’dan geldiği anlaşılan mimari bir esintisiyle Ebulvefa Camii de şehrin en güzel ibadethanesi sıfatıyla bizi uzak doğunun sakin akışkan dünyasına taşır. Zaten şehri ayakta tuttuğuna yüzde yüz inandığım onlarca büyük ve muhterem isim arasında camiye ismini veren Ebulvefa Hazretleri de ayrı bir desendir ve onu menkıbeleriyle hatırlamak bana kalırsa oldukça yenileyici bir ruh sunar. Siirt’in üzerine dikkatle düşmeyi göze alan herkes bu şehrin hemen her tarafına damgasını vurmuş evliyaların varlığına dikkat etmek zorundadır. Bu aklınızdan geçirdiklerinizi, söylediklerinizi, yaptıklarınızı, sonuçta cümle azalarınızdan arız olan her ne varsa hepsini sıkı bir adap ve edep zincirine tabi kılarak gözden geçirmeye zorlar.
Şehrin en güzel ve hatta oldukça mutantan sayılabilecek Güres Caddesi’nde birkaç arkadaş el ele kol kola adımlarken hep acaba burada içkin olan neşe kendini kollayan o maneviyatla bağını nasıl kurmaktadır diye düşündüm durdum. En uzun cadde olmasının yanı sıra ahalinin serbestçe yürümesine tahsis edilmiş bu yolda insanlar hem yazın hem de kışın kendilerini yenileme imkânı bulmaktadır. Açıkçası ben de günün olanca yorgunluğuna rağmen sevgili Zekeriya ve Cemalettin Beylerle yürürken bu havanın sağaltıcı yanını fark etmekte gecikmedim. Zamanım dardı, ne yazık ki bu güzel caddeden sadece bir kez geçebilme hakkına sahiptim.
Yasin Hoca’nın biraz da keyifle tanıttığı Kızlar Tepesi’nde yemek için toplanan arkadaşlardan şehrin pek çok yönünü öğrenme fırsatı buldum. Ama işte ancak öğrenme… Oysa sokaklarda yürümek, hasır sandalyelere kurulup kaçak çaydan yudumlamak, “Burada bir kitabevi var mı?” diye sormak varsa oraya doğru yönelmek, bazı sokakların içine sinmiş kokuyu kendi ortamında hissetmek, insanlara dokunmak gerekirdi. Kısa günün kârı diye sayılabilecek bu gezinti ve oturmalarla yetinmek zorundaydım. Hâlbuki birkaç günüm daha olsaydı ben belki de daha fazla şeyden haberdar olacaktım, daha fazla sokağa girip yüklü gözlemlerle dönecektim.
Bazen ziyaret ettiğimiz yerlerde yediğimiz içtiğimiz şeylerden söz etmek orada olmayanlar için rahatsız edici olabiliyor. “Oralara yemek içmek için gidip sonra da gelip…” diye başlayan cümleler ne kadar aceleci bir üslupla kurulursa kurulsun eğer bagajınızda başka bir şey yoksa gerçekten sırtınızda sakil duruyor. Ama yemeden içmeden de olmaz. Gezi sadece gördüklerimiz, hissettiklerimiz değil bütün bu sıcaklığı yakalamamıza fırsat veren muhabbet mecralarıyla da akıllarda kalıcı izler bırakır. Daha önce pek çok yerde tatmış olsam da büryan diye bilinen sahici et tadıyla ancak burada, onun öz vatanında buluştuğumu belirtmek isterim. Yıllar önce Van’da, Tatvan’da, hatta İstanbul’da çoğunluğunu Siirtlilerin oluşturduğu bir mahallede ondan tatmıştım ancak itiraf edeyim ki şimdi tam da zamanında yani sabahın bu erken vaktinde büryan için masadayız ve bu saatte et mi yenilir diye düşünen benim gibi biri için bu sofra hakikaten sıra dışı bir lezzet durağıydı. Şehrin ahalisi lokantaları doldurmuş, bir kahvaltıdan çok kallavi bir yemek ayinini hatırlatan büryanın başında bizim gibiler için fazlasıyla ilginç bir heveskârlıkla şimdiye kadar hiç tatmadıkları hissi uyandıran bir yabancılıkla büryanı dilimliyorlardı.
Benim için bu gezinin mekânsal tanıklıklar düzeyinde belki de son durağı Botan Vadisi’ydi. Hakkında çok şeyler duyduysam da görmek bambaşkaymış. Burada insan, coğrafyayı alabildiğine yaran ürkütücü bir boşluğun sonra nasıl olup da herkeste başka derinlikte açığa çıkan hislerle bir estetik cümbüş yarattığını anlamakta zorlanır. Bu durağın başlığı kahveyi burada içmekti. Zaten altımızda uzayıp giden boşluğun insanı içine çeken derinliği karşısında yaşadığımız bu müstesna dinginliğe ancak bir fincan kahveyle eşlik edilebilirdi. Bu temaşa içinde oturup bir kahve içmenin insanın iç dünyasında harekete geçireceği sayısız duygular sanki burada açıkça sıra bekliyor gibiydi. Güres Caddesi’ndeki gezintide öne çıkan şenlik burada yerini başlı başına bir tevakkufa bırakıyordu. Şimdi karşımızda bizi dinginliğe, tefekküre, uzun uzadıya susmaya davet eden güçlü bir derinlik akıyordu.
Biz Siirt’e bir konferans vesilesiyle davet edilmiş ve mükemmel armoniyi de bu sayede yaşamıştık. Kampüs alanı için ne söylesem bunun bir güzelleme olarak anlaşılma ihtimali şimdiye kadar gelip burayı görmediğinizden olsa gerektir. Van yıllarından dostumuz sevgili arkadaşım Nihat Şindak burada tahmin edilmesi zor bir akademik evrenin yerel sınırlarını zorlayarak gelişmesine rektör sıfatıyla refakat etmektedir. Basit bir taramanın da açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi üniversitenin gösterdiği akademik performans göz kamaştırıcı bir hızla artmaya devam etmektedir. Ancak benim asıl dikkatimi celbeden şey, türlü kısıtlamaları bir şekilde aşmayı göze alan bir hissiyatın nihayetinde geliştirici bir çabaya dâhil olarak kendini var edebileceği gerçeğidir. Bir iki günlük gözlemle bunu kanıtlamak zor olsa da benim İlahiyat Fakültesi’nde gördüğüm tam da bu beklentimin hiç de uzakta bir şey olmadığının teyidi oldu. Öğretim üyesi arkadaşların tek tek her birinin kendi konumlarını ve sınırlılıklarını zorlayıcı çabalarını görmek için adil olmak yeterliydi. İyi ve güzel şeyler olduğu belliydi. Şimdi az daha beklemek lazımdı, renkler ortaya çıkmaya çoktan başlamıştı.
Özel Mecralar
El ele adım atmanın bereketini bizzat burada da müşahede etmekten bir hayli mutluyum. Fakülte dekanı sevgili dostum Fadıl Aygan’ın gayretleri, onu çevreleyen kadronun bilinçli çabalarıyla yan yana geldiğinde sadece mimari açıdan göz kamaştırıcı bir fakülteye değil aynı zamanda bu yapıya ruhunu da veren aşk ve şevk dolu bir enerjiye de şahitlik ediyoruz. Belki de bu çaba, geleneksel ilim havzasının güncellenerek yeniden ihya edilmesi için gerekli adımları harekete geçirecektir.
Bu mecralarda birlik içinde çokluk ve çeşitliliğin, iz yaratmaktan da onu takip etmekten de yüksünmeyen bir yönelimin, geçmişin külleriyle savrulmak yerine dünden bugüne hâlâ yanmaya devam eden közü harlamayı tercih etmesi arzu edilen bir şey olmalıdır. Burada değişik alanlardaki çabalarıyla göz dolduran insanların ortaya koyduğu çalışmaların öğrenciler eliyle nasıl da daha ileri taşınabileceğini hayal etmek kuşkusuz bizlere huzur vermektedir. Ne var ki hayal kurma cesaretini zayıflatan bir dünya sorun da her birimizin imtihanı olacak düzeyde ve kudrette yanımızda seyirtmektedir.
Dünya çok küçüktü, bir defa daha anladım. Kim derdi ki adını sanını, sesini neşesini kaybettiğim eski bir öğrencimi burada tam da konferansa çıkarken karşımda bulacağım. Dünya hakikaten tuhaf. 80’li yılların sonunda İvrindi İmam Hatip Lisesi’nden öğrencim olan Bingöllü bir grup gençle o gün bugündür hiçbir irtibat kuramamıştım. Ama işte onlardan biri, sevgili Şahap Bulak karşımdaydı. Şahap üniversitenin önde gelen isimleri arasında yer almayı başarmıştı. Yıllar sonra bu doğaçlama karşılaşmanın bende yarattığı sevinç ve şaşkınlıktan neredeyse dilimi yutacaktım. Peki ya Ayaz Akkoyun’a ne demeliydi? Ayaz bey benim çok eski dostumdur ve onunla da iletişimimiz, uzun zaman oluyor neredeyse kesilmiş gibiydi. O da İstanbul’daki işlerini orada bırakıp gelmiş burada yüzlerce kişiye iş imkânı sağlayacak şirketiyle Siirt’e demir atmış durumdaydı. Güzel oldu eski dostlarla karşılaşmak. Bütün bunların yanı sıra birlikte yol aldığımız bir platformdan Türkiye Okumaları’ndan öğrencim Zeynep de buradaydı. Zeynep Kübra Kılıç üniversitede yeniydi ve gelişimi fırsat bilerek beni arkadaşlarıyla kısa da olsa bir araya getirmeyi başarmış, ben de onlarla akademi konusundaki kaygılarımı ve bütün bunları bastıracak umutlarımı paylaşmıştım.
Akşam bol yağmurlu, şimşekli, gök gürültülü bir fantazya içinde bizi Diyarbakır’dan havalandıracak uçağa yetişmek üzere pek de kudretli şoförümüz eşliğinde sevgili öğrencim Zekeriya ile dönüş için aynı güzergahı kullanarak yola çıktık. Gelirken muhabbetten etrafa bakma fırsatımız istediğim düzeyde olmamıştı. Şimdi ise ortalığı sadece zifirî karanlık değil ayrıca onu iyice kanatlandıran yağmur ve dolu da eklenmişti. Belli ki biz etrafa yine bigâne kalacaktık. Gerçi umurumuzda değildi. Zekeriya ile kaldığımız yerden, yaşadıklarımızdan, bizi bekleyen şeylerden söz açarak istasyona doğru vardıkça varıyorduk, vardıkça varıyorduk. Nihayetinde geriye kalan, onları tekrar Siirt’e beni de Ankara’ya doğru ayıran yolun ölçülmez, tartılmaz ve tanımlanamaz birlikteliklerde yeniden birleşme hevesiydi. Birbirinin aksi istikamette yola koyulsak da götürdüklerimiz bir ve aynı sayılırdı.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Dünyanın Renkleri-
Gül/lük ”Kırgızistan’da TDV ile Kurban Günleri (1)”
- Edebiyat-
Evlilikte Mutsuzluğun Nedenleri 2
- Edebiyat-
Gezen Güzel, Oturan Gazel Olurmuş
- Edebiyat-
Benzer İsimli Bilginler -Râzîler-
- Edebiyat-
Yüreği Olan Sözler ve Sözleri Olmayan Yürekler…
- Edebiyat-
Montu Kaptırmam Arkadaş
- Dünyanın Renkleri-
Gül/lük ”Kırgızistan’da Bir Müderris ve İmam Serahsi Camii”
- Edebiyat-
Anne Olmak