Edebiyat
Tadımlık Kitaplar – 30 (2023 Nisan)
EKLENDİ
-:
Yazar:
Murat ErdoğanSelamün aleyküm Sevgili Okur,
Tadımlık Kitaplar 30. sayısında. Nisan, birçok ağacın çiçek kesildiği bir ay… Ağaçların çiçek kesilmesi insana umudu, güzelliği ve canlılığı müjdeler. Bu umutladır ki, insanoğlu karşılaştığı her türlü afete karşı direnme gücünü kuşanabiliyor. Şubat ayında yaşadığımız üç büyük deprem ile mart ayında yaşadığımız sel vb. felaketler karşısında milletimiz dayanma ve mücadele imkânı buluyor. Hz. Hüseyin’e atfedilen şu söz konuyu oldukça iyi açıklıyor: “Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.”
Nisan ayı Ülkü Tamer’in, Cemal Safi’nin, Günter Grass’ın, Oktay Sinanoğlu’nun, Gabriel Garcia Marquez’in, Neslişah Sultan’ın, Perihan Altındağ Sözeri’nin, Gazanfer Bilge’nin, Ali Ekber Çiçek’in, Sakıp Sabancı’nın, Ayhan Şahenk’in, Octavio Paz’ın, Alparslan Türkeş’in, Cahar Dudayev’in, Sabahattin Kudret Aksal’ın, Turgut Özal’ın, Feyyaz Karacan’ın, İsaac Asimov’un, Feza Gürsey’in, Şevket Rado’nun, Oktay Rıfat’ın, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, Erol Güngör’ün, Münir Nurettin Selçuk’un, Jean Paul Sartre’in, Suut Kemal Yetkin’in, Muhsin Ertuğrul’un, Gazneli Mahmut’un, Shakespeare’in, Baki’nin, Cervantes’in, Gazi Osman Paşa’nın ve adını burada anamadığımız nice siyasetçi, edip ve düşünürün ruhunu teslim ettiği bir ay…
Nisan ayı, dağlara yağan karların erimesiyle nehirlerin coştuğu bir ay… Bütün tabiatın buna eşik ettiği bir ay… Şairlerin ve yazarların verdikleri eserlerle hayatı daha bir zenginleştirdiği bir ay… Sünnetullah’tan ders almanın en yoğun gerçekleştirildiği bir ay… Millî egemenliğin tezahür ettiği bir ay… Ramazan ayının tüm yoğunluğu ile idrak edildiği bir ay… Aynı zamanda Ramazan Bayramı’nı içinde bulunduran bir ay…. Köken itibarıyla Süryanice olan bu kelime Türkçe’mizde yoğun bir kullanıma sahip. Nisan ayında, Rabb’imin bizlere ve İslam ümmetine hayırlar ihsan etmesi dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Milletçe yoğun acılar yaşıyoruz. Bu acılarla daha olgunlaşacak, daha dayanıklı olacağız inşallah. Tüm dostlarımıza Rabbimden selamlar diliyorum. Tüm Müslümanların Ramazan ayı ve bayramı mübarek olsun.
1. ÇARKLAR ARASINDA, Herman HESSE, çeviren: Kâmuran Şipal, roman, Can Yayınları, İstanbul 2008.
1877 Calw (Almanya) doğumlu Herman Hesse, 1962’de Montagnola (İsviçre)’da vefat etti. Hem Nazilerin hem de Nazi karşıtlarının ağır saldırılarına uğradı. Ünlü psikanalist Jung’un öğrencisi Lang’la kurduğu dostluk sebebiyle insanın iç dünyasına yöneldi. Bu yöneliş onu Doğu felsefesiyle ve Budizm’le tanıştırdı.
Önceleri şiir yazsa da sonra roman yazmaya odaklandı. Çarklar Arasında, Gertrud, Rosshalde, Demian, Bozkırkurdu, Narziss ve Goldmund, Siddartha ve Boncuk Oyunu yazarın romanlarıdır.
Yazarın Çarklar Arasında adlı romanı 16 Nisan 2010’da kütüphaneme girmiş. İlk defa 1906’da yayımlanan roman, Türkçeye 2002 yılında Kâmuran Şipal çevirisiyle aktarılmıştır. Yazar 1946 yılı Nobel Edebiyat Ödülü almıştır.
Asıl adı Underm Rad olan Çarklar Arasında eğitim sistemi eleştirisine dayalı bir romandır. Yazarın hayatıyla paralellikler gösteren eser, yedi bölümden oluşmaktadır. I. Bölüm, 7-43. sayfaları, II. Bölüm, 44-75. sayfaları, III. Bölüm 76-122. sayfaları, IV. Bölüm 123-160. sayfaları, V. Bölüm 161-188. sayfaları, VI. Bölüm 189-219. sayfaları ve VII. Bölümse 220-250. sayfalar arasındadır.
İnsanın, hiçbir düzenin hüküm sürmediği bir cangıla benzediği düşüncesinden yola çıkan yazar, okullarda verilen eğitimin gençleri toplumun yararlı bir üyesi yapma ve bireye hiçbir özgürlük alanı tanımama çabasını eleştirirken doğal insanın belli sınırlar içinde hapsedilmesine karşı çıkıyor. Dersten başka hiçbir şey düşünmeyen roman kahramanı Hans Giebentrath’ın, yatılı okul arkadaşı Hermann’la tanışınca sıkı ders çalışan bir öğrenci olmaktan vazgeçer ve gönlü insan ve barış sevgisiyle dolu birine döner.
Çarklar Arasında’nın Üçüncü Bölüm’ünden bir kesitle sizi baş başa bırakalım sevgili okur:
“Bay Joseph Giebenrath sandıktan eşyalarının çıkarılmasında oğluna yardım etti. Akıllıca ve becerikli davrandı, öbür anne ve babaların pek çoğundan önce bitirdi işini, bir süre sıkılmış, ne yapacağını bilmeyerek oğlu Hans’la yatakhanede bekledi. Nereye baksa oğullarını bazı konularda uyaran veya aydınlatan babalar, onları avutan, öğütlere boğan anneler ve sıkıntılı büyüklerini dinleyen çocukları izledi; kendisi de izleyeceği yeni yaşam yoluyla ilgili olarak oğluna bir-iki önemli laf etme gereğini duydu. Uzun zaman ne diyeceğini düşündü, susup duran Hans’ın yanında da ezilip büzülerek yürüdü biraz, sonra ansızın konuşmaya başladı, mübarek yüce sözlerden küçük bir güldeste yapıp oğluna sundu; Hans da, onun söylediklerini şaşırmış bir ifadeyle sesini çıkarmadan dinledi ama hemen yanı başlarında dikilen rahibin babasının konuşmasıyla eğlenir gibi gülümsediğini görünce utandı ve babasını tutup bir kenara çekti.
‘Öyle değil mi Hans, ailemizin yüzünü kara çıkarmayacaksın! Büyüklerinin sözünü dinleyeceksin!’
‘Elbette baba.’ diye yanıtladı Hans.
Babası sustu ve rahat bir nefes aldı. Doğrusu sıkılmaya başlamıştı. Hans da kendini hiç iyi hissetmiyordu; bazen endişe dolu bir merakla gözlerini koridorun pencerelerinden dışarı çevirip, çok eskilerden beri sürüp gelen münzevi bir ağırbaşlılığı ve sessizliği koridordaki gürültülü yaşamla pek bağdaşmayan suskun iç avluyu seyrediyor, arada bir işlerini daha bitirmemiş öbür oğlanlara ürkek bakışlar atıyordu. Henüz hiçbirini tanımıyordu bunların.”
(Çarklar Arasında, s. 81-82)
2. KİM VAR İMİŞ BİZ BURADA YOĞ İKEN Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun, Cemal KAFADAR, inceleme, Metis Yayınları, İstanbul 2009.
15 Ağustos 1954 İstanbul doğumlu Cemal Kafadar tarih profesörü ve araştırmacı yazar. Daha çok araştırma, inceleme ve biyografi türlerinde eserler veren yazar 1990’dan beri Harward Üniversitesinde görev yapıyor. 1997’den beri de Vehbi Koç Türkiye Etüdleri Kürsüsü’nün başkanlığını yapıyor. Osmanlı tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla göz dolduran Kafadar, “İki Dünya Arasında: Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” adlı kitabı yazarın dikkat çeken çalışmaları arasındadır.
Osmanlılar ve Avrupa 1400-1600, Suleiman the Second and His Time (Halil İnalcık’la birlikte, 1993), Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State (1995; İki Cihan Âresinde, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, 2010), Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken; Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun (2009) ve Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik (2017).
Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, ilk defa Ekim 2009’da yayımlanmış. 25 Kasım 2009’da Ankara’da satın almışım. Kitabı Metis Yayınları yayımlamış. Satın alır almaz okumuştum bu kitabı. Yazar, kitabında Osmanlı’da önemli bir yer tutan ‘Yeniçeri-Tüccar-Derviş-Hatun” tiplerinin iç ve dış dünyasını anlatıyor.
Özellikle bu tipleri anlatan eserinde yazar, Osmanlı’nın fotoğrafını çekiyor. Bu fotoğraf çok kıymetlidir. Osmanlı’da meslekler üzerinden insan hikâyelerini anlatan Cemal Kafadar, aynı zamanda toplumsal psikolojinin bir örneğini veriyor. Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken; Dört Osmanlı: Yeniçeri, Tüccar, Derviş ve Hatun bir Giriş ve dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm Yeniçeri Nizamının Bozulması Üzerine, ikinci bölüm Ben ve Başkaları, üçüncü bölüm Venedik’te Bir Ölüm ve dördüncü bölüm Mütereddit Bir Mutasavvıf adlarını taşıyor.
Buyurun Üsküplü mutasavvıf bir hanımefendinin hayatından bir kesitin aktarıldığı kısmı okumaya:
“Asiye Hatun’un hayatı ve ailesi hakkında metinde verilenlerden de bir bilgimiz yok şimdilik. Babası Kadri Efendi büyük bir ihtimalle ilmiyedendir ve 1630’larda ailesiyle Üsküp’te yaşamaktadır. İkinci Viyana kuşatmasından sonra büyük demografik çalkantılar yaşayacak olan Üsküp, bu devirde birçok Balkan şehri gibi çoğunluğu Müslüman olan bir ahaliye sahiptir; 17. yüzyılın ortalarında 50-60 bin tahmin edilen nüfusuyla, bölgesinde idari ve ilmi bir merkez rolü oynadığı gibi, iki binden fazla kârgir dükkânıyla ve üzerinden akan hatırı sayılır ticaretle kendi çapında ünlenmiş bir üretim ve pazar şehridir. Gerçi 17. yüzyılın ilk yarısında Makedonya dağlarında haydutlar cirit atmaya başlamıştır; mesela 1611 yazında Polonyalı Simeon’u Venedik’e götüren kervan, “levend ve haramiler yüzünden yollar korkulu” olması dolayısıyla on iki gün Üsküp’te konaklamak zorunda kalır. Ancak, bunların yerleşim merkezlerindeki gündelik hayatı ne kadar etkilediğini tam olarak bilemesek de, bu devrin belgelerini daha sonrakilerle karşılaştırdığımızda, etkilerinin sarsıcı olmadığını tahmin edebiliriz. Elimizdeki yazışmalardan yaklaşık yirmi yıl sonra Üsküp’te bulunan Evliya Çelebi, on bini aşan kiremit damlı evleriyle oldukça mamur bir şehir tablosu çizer.
İşte bu şehirde. 1630’lu yılların sonlarında, Kadri Efendi’nin kızı Asiye Hatun, Veli Dede adlı bir şeyhe bağlanmış ve iki seneden kısa bir sürede birer birer ilerleyerek esma-yı seb’ayı (Allah’ın yedi ismini) zikretmeye icazet alacak kadar mesafe katetmişken, şeyhinden soğur. Tasavvufi bir yola girerken beklediği şekilde “kalbinin gözü tam bir mikdar açılmağa başlamışken” ruhi gelişmesi duraklar, nefsiyle giriştiği mücadelede gerilemeye başlar. Sebebini kendisi de bilmez ama şeyhe bir suç atfetmekten çekinir, kabahatin kendinde olduğunu düşünür. Hatun böyle “gamkîn ve mahzun” iken bir başka şehirde, Uziçe’de bir Halveti dergâhında postnişin olan Muslihüddin adlı bir şeyhin ünü ve herhalde çeşitli kerametleri kulağına gelir. Belki de karizma denilen kavrama her zaman bir nebze katılması gereken bir diğer yanı duyulmuştur şeyhin, yakışıklılığı. Cezbe ile cazibenin örtüştüğü alanı kestirmek zor ama tasavvuf tarihini cinsiyetlendirmek istiyorsak bu alan üzerinde düşünmemiz şart sanırım. (Zaten Asiye Hatun’un rüyalarında kıyafet/fizyonomi bilimi geleneğinde görüldüğü gibi, iyi insanlar hep güzeldir, kötüler de çirkin.) Konuyu babasına açıp Muslihüddin Efendi’ye “bazı bahane ile” bir adam gönderir ve bu şekilde aşinalık kesbettikten sonra “muhabbet gönül tahtında karar eyler.” Bu yeni “muhabbet kemendi boynuna” bağlanmakla, dertli hatun eski ruhi gelişme çizgisine kavuşur gibi olduğunu hisseder. Hisseder ama pusulasız ve kılavuzsuz olarak yön değiştirmiş olduğu için yaptığı işin doğruluğundan emin değildir. Hiç olmazsa meşrulaştırmak gereği duyduğu tahmin edilebilir.
Asiye Hatun, rüyalarını yazıya döktüğü sıralarda evli değildir anlaşılan. Yaşını bilmiyoruz, ama kendini evlilik çağını geçkin olarak görmediği tahmin edilebilir. Bir düşünde kör ve çirkin bir yaşlı kadın olarak beliren, “veliler aldayıcı, sükker gösterüp zehir içürici” dünyaya kardeşlerinin nikâh (daha doğrusu, “kâbîn”) kıyıp sonra talak verdiklerinden ama kendisinin hiç kıymadığından söz eder. Acaba kardeşleri evlenmiş ve boşanmış da kendisi evlenmemiş midir? Kesin bir şey söylemek zor. Ancak evlilik motifi rüyalarda sık sık boy gösterir.”
(Kim Var İmiş Biz Bu Âlemde Yoğ İken, s. 129-131)
3. ŞİRAZE’DEN ŞİRAZE’YE SAKLI MEKTUPLAR, Naz N. VARLI, şiir, Ay Vakti Kitap, İstanbul 2022.
1973 Çanakkale doğumlu şair, Türkiye’de ilahiyat eğitimini tamamlamasının ardından Amerika’da yüksek lisans ve doktora yapmış. Toplum psikolojisi üzerinde yoğunlaşan Naz N. Varlı, Amerika’da alanıyla ilgili dersler verdi, çevirmenlik ve editörlük yaptı. Psikoloji üzerine makale ve kitapları yayımlanan şair ve yazar Naz N. Varlı 2000 yılından itibaren Ay Vakti’nde deneme, öykü ve manzum mektuplar kaleme alıyor. Çalışmalarında insanın toplumdaki yerine ayna tutmaya çalışıyor.
Şiraze’den Şiraze’ye Saklı Mektuplar, şairin 2022 yılında kitaplaşan manzum mektubudur. 5 Nisan 2022’de kütüphaneme giren Şiraze’den Şiraze’ye Saklı Mektuplar’da toplam 105 manzum mektup bulunuyor. Naz N. Varlı’nın Zemheri adlı bir öykü kitabı da yayımlanmış.
Şair, manzum Mektuplarının altmış üçüncüsünde kapitalizmin dayatmaları sonucu kıstırılmış bir bireyi anlatıyor. Şair bu mektupla huzurlarınızda:
Şirâze’den Şirâze’ye Saklı Mektuplar -63
gidenler gitti, bilmem ki nasıl geçtiler köprüden
cesaretimi ne zaman toplarım onu da bilmem gitmek için peşlerinden
ihtimâl hiç, üstelik korkum heyecanımı hep bastıracak
rüyânın başlıklarını geçerken
dün çocukluğumun şadırvanında rastladım sana Şirâze
su şırıltısı, yeşil işlemeli havuz, mermer kaideler manzaranın merkezinde
yokmuş gibi sen, hiç olmamış gibiyim ben
iki silik karakter sadece bir film senaryosunun kısa öyküsünden
Akdeniz şehirlerini bir bir bağlamak bu aralar meşguliyetim
ve bağışlamak için kendimi dua yüklü gemilerimi uğurlamak; doğu’ya, batı’ya
Devin Kulesi uğultuların koynunda şiirsiz
çökse de üzerime beş yarım kubbe
ve duvardaki figürler bilmecesi çöreklense yediden yetmişe
bildiklerim bilmediklerimin ilk hecesi
hep dedim: “seni bulmadan gitmeyeceğim”
bilirsin kimse başkasının kaderini yaşamaz
ve bilirim kimse beklediğini harfiyen yakalayamaz
duy Şirâze, dağ başı soğuğunu ben içimde taşıyorum
tanımıyorsun beni
her gün çıkıyorum karşına oysa
her gün köşe başlarını tutuyorum
İstanbul yedi tepe, belki yetmiş tepe
yolun düşen her yerde nöbete duruyorum
yüzüme baksan bile Şirâze durup
görmüyorsun beni
herkes kadar geçmişe takılı kaldım;
ama marşsız, ama sürgünsüz, ama kansız ve kavgasız
silahlar patladığında ben daha yedisinde var ya da yoktum
“ihtilâl” herkesin dilinden uzak tuttuğu, yüreğine korkusunun dolduğu kelimeydi
ona devrimi, pusuyu, idamı, hürriyeti, anarşiyi, davayı eklediler üşenmeden
anlayanlarla anlamayanlar arasına barikatlar kuruldu;
geçebilen harcandı, geçemeyen vuruldu
bense Şirâze otuz yılda ancak ucundan yakalayabildim bu literatürü;
gazete sütunlarından, kitap satırlarından
neden’ini, niçin’ini ise herkes gibi ben de külliyen çözemedim
köşedeki fırından ekmek almak saatler sürerdi
kimse cevap vermezdi sorulara
fısıltılar daha fazlaydı ve hep boynu bükük yürürdü insanlar
annem, “birgün anlarsın” derdi hep
anladım Şirâze
sadece çocuklar ağlamazmış
ve sadece çocuklara kızılmazmış
büyüklerin de korkuları, hem de korktukları
hatta onların da yasakları varmış
susarsan büyürmüş sorunlar, söylersen değişirmiş yolun seyri
anladıkça da boğulurmuş insan,
yaşadıkça dolar, doldukça da taşarmış
baharın kokusunu Boğaz’ın bu yakasından öte yakasına savurdum, bugün
sabaha karşı bir kayık dalgalarla dans ediyordu tam o vakit
üzerimden geçen martılara, “kimse yüksekten uçamaz” diye seslendim
ama herkes kendi yoluna koyulmuştu çoktan
burada yalnızlık, orada yalnızlık; şaşırtıcı ama İstanbul’da bile yalnız insan
Ayazma’da şifayı ararken
Gülfem Hâtun’a uğradım kimseye görünmeden
seni sordu ya da ben öyle sandım
yine de vermedim çıkarıp adını gizlediğim yerden
sen benim için
sırra kadem bastın
ben senin için
zaten sırlanmışım Şirâze’m
(Şiraze’den Şiraze’ye Saklı Mektuplar, s. 132-133)
Tadımlık Kitaplar-30’un da sonuna geldik. Bu ay, bahar mevsimiyle tabiatın iyice canlandığı günlerden geçiyoruz. Sünnetullah’ı izlemek ve tefekkür etmek için iyi bir fırsat. Bu fırsat bizleri edebiyatın engin vadisinde tefekküre ve tesellüme yöneltmeli. Yoksa bir ömür heder olur da kişi farkında bile olmaz bunun. Bu acının üstesinden gelmek amacıyla sırasıyla 2008, 2009 ve 2022 yıllarında yayımlanan tadımlık üç kitapla sizleri baş başa bıraktık. Bereketli okumalar. Allah’a emanet olunuz dostlar.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Dünyanın Renkleri-
Gül/lük ”Kırgızistan’da TDV ile Kurban Günleri (1)”
- Düşünce-
Haksızlık Karşısında Dilsiz Şeytan Ol(Ma)Mak
- Edebiyat-
Yaz Mevsimi
- Edebiyat-
Evlilikte Mutsuzluğun Nedenleri 2
- Edebiyat-
Gezen Güzel, Oturan Gazel Olurmuş
- Edebiyat-
Benzer İsimli Bilginler -Râzîler-
- Edebiyat-
Yüreği Olan Sözler ve Sözleri Olmayan Yürekler…
- Edebiyat-
Gazze’ye Mektup