Selamün aleyküm Sevgili Okur,
Tadımlık Kitaplar 33. sayısında. Temmuz, sıcakların kendini iyice hissettirdiği bir ay… Herkesin denize veya yaylaya koştuğu bir ay… Sıcaklığın insanı iş yapmaktan alıkoyduğu bir ay… Dünyada insana cehennem ateşini hatırlatan bir ay… İş gücün hem yoğunlaştığı hem de terk edildiği bir ay… Behçet Necatigil “Kaynar Kazan Temmuz” adlı şiirinde temmuz ayını şöyle anlatıyor bize:
“Hava seni almak için kış duman odalarda / Orman gür yeşillik yaz / Deniz seni görmek için tepilen yokuşlar.
Patlayan borulardan fışkırır gibi su / Akar araba araba / Tatil konaklarına koca kent.
Şiirin ilk bölümü sürüp gitmiş bir özlem / Şimdi kalk git dolu otobüsler / Dayalı döşeli bir tatil sitesine.
Hava mı aldığın, girdiğin deniz mi / Geri geri ayaklar / Ah, her şey çocukluktan gelmeli!
Tat! Hangi tat? Ancak kendin gibilerle / (İstif yapıların değişmez bekçileri) / Sen gene bildik sokaklarda gece,
Betondan tüten duman ve kirli çevre. / Dön dolaş bir fırın ağzı kent / Serinle serinlikse!” (Bütün Eserleri Şiirler 3, Beyler, Behçet Necatigil, Hazırlayanlar: Ali Tanyeri-Hilmi Yavuz, Cem Yayınevi, İstanbul 1982, s. 142-143.)
Temmuz ayı Şemsettin Sami’nin, Adnan Adıvar’ın, Çehov’un, Ernest Hemingway’ın, Mehmet Behçet Yazar’ın, Muzaffer Tayyip Uslu’nun, Hasan Ali Ediz’in, Aziz Nesin’in, Reşat Ekrem Koçu’nun, Rıfat Ilgaz’ın, Cengiz Tuncer’in, Cevdet Kudret’in, Bedrettin Cömert’in, Desiderius Erasmus’un, Ekrem Reşit Rey’in, Mehmet Seyda’nın, Bilge Karasu’nun, Esat Mahmut Karakurt’un, Vasfi Mahir Kocatürk’ün, Refik Halit Karay’ın, Musahipzade Celal’in, Robert Burns’un, Necdet Sander’in, Behçet Kemal Çağlar’ın, Ahmet Kutsi Tecer’in, Suat Derviş’in, İsmet Küntay’ın ve İbrahim Zeki Burdurlu’nun yanı sıra bilemediğimiz daha nice şair ve yazarın vefat ettiği ay…
Temmuz ayı, yılın sıcak aylarından biri… Eğitim öğretim çalışmalarına ara verilen bir ay… Yaylaların şenlendiği bir ay… Alın terinin oluk oluk aktığı bir ay… Hainlerin giriştiği kalkışmaya milletimizin şamarını patlattığı 15 Temmuz’u içinde barındıran bir ay… Yaz mevsiminin en dinamik ayı… Akraba ziyaretlerinin yoğunlaştığı bir ay… Çocukların ve gençlerin hayatı keşfederek öğrendiği bir ay… Aynı zamanda düğün dernek ayı… Kısacası temmuz, hareketlilik ayı… Bu ay da Rabbim bizleri şükreden kullarından eylesin. Allah’a emanet olunuz.
Allah’ın selamı üzerinize olsun. Tüm Müslümanların her türlü esaretten kurulması için Allah’a gönülden yakaralım. Allah bizleri razı olduğu kullarından eylesin.
1. TARİH UĞRUNDA MATBUAT ÂLEMİNDE BİRKAÇ ADIM, Ali Birinci, inceleme-eleştiri, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001.
25 Ağustos 1947’de Sakarya’da dünyaya gelen Prof. Dr. Ali Birinci Hoca, yakın dönem tarihimiz üzerine çalışmaktadır. Hürriyet ve İtilaf Fırkası Hoca’nın doktora çalışmasıdır. 1968’de Fikir ve Sanatta Hareket dergisinde başladığı yazı çalışmalarına süreli yayınlarda hâlen devam etmektedir. Yazılarında yakın dönem tarihî olaylar ile monografi ve hatıratlara yer vermektedir.
Ali Birinci Hoca’nın üzerinde durduğu konulardan biri de kitap kritiğidir. Genellikle biyografi, monografi, hatırat ve tarih kitaplarını değerlendiren Hoca, Rahmetli Orhan Şaik Gökyay Hoca’nın kitabına verdiği isimden mülhemle “Destursuz Bağa Girenler”e gerekli uyarılarda bulunuyor.
Tarih Uğrunda Matbuat Âleminde Birkaç Adım, Ali Birinci Hoca’nın üstte niteliklerini belirttiğim kitaplarından biridir. İlk baskısı 2001 yılında yapılan kitap, 2005’te kütüphaneme girmiş. İlk aldığımda okuduğum kitabı, bugünlerde yeniden okudum. Yayın dünyasındaki yanlışlıklar bir kez daha üzdü beni.
Tarih Uğrunda Matbuat Âleminde Birkaç Adım yazarının, eserinin önsözünde tenkide ilişkin dile getirdiği şu hususlar dikkat çekmektedir: “Tenkid işinin kültür hayatında mühim bir yeri ve ehemmiyeti olduğu açık bir gerçektir. Bir başka ifade ile kültür seviyesi ile ten- kid seviyesi ve üslubu ayrılmaz bir bütündür. Tenkidin cılız ve seviyesiz olduğu bir iklimde canlı ve zengin bir kültür hayatının varlığından bahsetmek imkânı yoktur. Tenkidde yeni eserler tartılır, irdelenir, değerlendirilir ve bir bakıma hatalı mallar tasfiyeye tabi tutulur, mükemmel olanlarına hayat hakkı tanınır ve bu şekilde en geniş mânâsıyla kültür hayatına bir çeki-düzen verilir. Seviyeli bir edebiyat ve sanat hayatının bir alemi hâline gelmiş münekkidlerin bu bakımdan katkılarını ifade etmeden yazılacak kültür tarihi eksik kalmaya mahkumdur. İngiltere’de John Ruskin (1819-1900) ve Rusya’da Belinski (1811-1848) bu gibi isimlere örnek olarak gösterilebilir.”
Birinci Hoca kitabında daha önce farklı dergilerde yayımlanan yirmi yazısına yer vermektedir. Bu yazıları hakikat yolculuğunda ciddi bir Molla Kasım’lık yapan bir bilgeyle karşılaştığımızın kanıtıdır.
Türkçeyi Sevmek İsteyenler İçin Bir Rehber adlı yazısında yazar, Prof. Dr. Beynun Akyavaş tarafından dilimize kazandırılan Edmondo de Amicis’in İstanbul Seyahatnamesini değerlendirmektedir. Bu değerlendirme sırasında Türkçeye ilişkin dile getirdiği görüşleri sizlerle paylaşıyorum:
“Millet nedir sualine verilecek birçok cevap vardır. Bu cevaplardan bir tanesi de şu olabilir: Aynı lisanı konuşan, aynı kelimelerle gülen, ağlayan veya hiddetlenen, kısaca aynı kelimelerle sevişen veya döğüşen insanların oluşturduğu bir varlık. Dinî ve siyasi inanç farklılıklan ancak lisan birliği sayesinde bir mesele olmaktan çıkabilir, zaman içinde halledilebilir. Yeter ki dillerden dökülen ve muhatap gönüllere ve kafalara akan müşterek bağlar, yani kelimeler hafızalarımızda mevzilerini tutmuş olsunlar. Şairin “ipek yüklü kervanlara” benzettiği kelimeler bazen kendisiyle beraber bir dünyayı da alır götürür. Sadece bir lisanin unsuru değil, aynı zamanda müşterek hafızanın ve mazinin de bir unsuru, hâttä kendisi olan kelimeleri basit, yerine her an kolayca bir yenisi konulabilecek, alet
olarak görenleri anlamak imtiyazına sahip olamamak ne büyük talihsizliktir. Biri olmazsa diğeri olur, ne fark eder mantığını ilk tehlikesi lisanın müşterek ve ma’şeri değil, neredeyse ferdi bir vasıta haline gelmesidir. Bir büyük lisan aynası parçalanır, herkesin herkesi gördüğü lisan, herkesin sadece kendini gördüğü parçacıklara ayrılır. Ferdî duygular ve düşünceler bu küçük parçalarda hapsolur kalır. Türkçe’deki “Türk konuşmaya utanır, döğüşmeye utanmaz” sözü yerini “Türk konuşmaya utanmasa da anlaşmayı umamaz” sözüne terk etmek zorunda kalır. Son zamanlarda bu felaketin işaretlerine sıkça rastlanmaktadır.
Dilimizin ucuna gelen ilk kelime ağzımızdan çıkıveriyor. Beyinle dil arasındaki mesafe ortadan kalkmış, adetâ beynini ağzının içinde taşıyan bir nesil çıkmış ortaya. Bir “sorun” tilciği çıkarılmış, herşey “sorun” olmuş. Mesele, dert, müşkil, müşkilât, zor, zorluk bir çırpıda gidivermiş. Neden? Belli değil veya maalesef belli. “Sorun” derseniz çağdaş ve aydın bir kişi oluyorsunuz. En acıklısı ve güldürücü olanı ise bu tilciğin, intihardan başka birşey değil, hutbe ve vaazlara bile girmiş olmasıdır. “Sorun deel” deyip geçemediğimiz ve bir türlü alışamadığımız şeylerden biri de “ilk etapta” diyerek söze başlanmasıdır.”
(Tarih Uğrunda, s. 164-165)
2. KEHANETİN İLK GÜNÜ, Akif Hasan Kaya, roman, Uzam Yayınları, Ankara 2023.
Akif Hasan Kaya, Balıkesir 1977 doğumlu. Öyküleri ve denemeleriyle öne çıkan yazarın Kehanetin İlk Günü ilk romanı. Öykü ve denemeleri Aşkar, Ğ, Heceöykü, İtibar, Muhayyel, Post Öykü ve Yediiklim dergilerinde yayımlandı.
Öykü ve denemeleriyle öne çıkan Akif Hasan Kaya’nın altı adet kitabı bulunmaktadır. Öykülerinde hayattan farklı kesitleri ve tipleri ele almaktadır. Yayımladığı ilk romanıyla roman türüne katkıda bulunan Akif Hasan Kaya bu romanıyla edebiyatımızda yeni bir ses olmaya adaydır.
Mayıs 2023’te yayımlanan Kehanetin İlk Günü 6 Haziran 2023’te kütüphaneme girmiş. Roman, Uzam Yayınlarından çıkmış. Tüy, Tez, Kilit Dost İçindir, Öfke, Ret, Çeyrek Deli, Yol, Hafiflik, Ahir Zaman Âşıkları, Issızlık, Yeniden, Ateş, Tacir, Uyanmak, Gölgeler, Kıymetsiz Sözler, Zamanın İçinde, Hikâyenin Ayak Sesleri, Meksika Sınırında Bir Ceset, Hikâyenin Kalbine Doğru, Zaman, İblis ve Diğerleri, Zehir, Yeniden, Uzun Yıllar Sonra, Mıh ve İlk Cümleler adlı yirmi altı bölümden oluşmaktadır.
Akif Hasan Kaya bu romanında kadim dönemlerden günümüze uzanarak ve zamanlar arası geçişlere yer vererek iyi ile kötünün mücadelesini ortaya koyuyor. Sanki bize iyi ile kötünün mücadelesinin çağlar boyu sürdüğünü, bu durumun günümüzde de devam ettiğini ve gelecekte de süreceğini belirtiyor. Önemli olan, sizin hangi tarafta yer tuttuğunuz. İyiden mi yanasınız, kötüden mi yanasınız? Artık bu muhasebeyi de herkes kendine yönelik yapsın.
Buyurun romanın Tüy adlı bölümünden alınan bir kısmı okumaya:
“Şalom’un şehirden tanıdığını söylediği kişilere gitti ilk önce. Çünkü belirgin yerler ve adreslerden söz etmişti konuşurken. Ama tanıyan çıkmadı. Mesela, kartalı yakalamak için kurduğu tuzağın ağlarını almaya gittiği dükkâna uğradı ilk önce. Şalom’un dediğine göre
ağları her yıl yenilemek zorunda kalmış. Çünkü yazın güneşinden ve kışın soğuğundan etkilenen ağlar ancak bir yıl dayanıyormuş. Kartalı yakalayana kadar geçen zaman içinde on yedi defa ağ almış. Dükkân sahibi, ağların açık havada bir yıldan fazla dayanmayacağını doğruladı ama her yıl kendisinden ağ satın alan böyle bir adamı tanımadığını söyledi. Silahçı da hemen hemen aynı şeyleri tekrar etti. Şalom kartalın peşine düştüğü uzun yıllar boyunca avlanmak ve kendisini korumak için onlarca düzine ok aldığını, zaman zaman ayarı bozulan yay kirişini ve ipini değiştirttiğini anlatmıştı. Mızrak için kargı kestirdiğini söylediği marangoz, erzak aldığı dükkânın sahibi, kimi deri işleri için gittiği saraç, atları için gittiği nalbant, kartalın peşinde dağlarda gezerken avladığı tilki, porsuk, sansar, dağ keçisi gibi hayvanların kürklerini sattığı tüccar da çıkaramadı Şalom’u.
Sadece kör bir dilenci çaldı kapısını bir gün. “Sen bir adam arıyormuşsun.” dedi. Hayır. Şalom’u tarif etmedi. Ama kartalı yakalaması ve tüylerini canlı canlı yolması hariç geri kalan hikâyeyi neredeyse bütün detaylarıyla anlattı. Dilencinin söylediğine göre, şehre her geldiğinde işlerini görüp geriye dönerken mutlaka bu kör dilenciye uğrarmış. Sadaka verip kendisine hayır dua etmesini istermiş. Bir seferinde dilenci sadakayı alırken adamın elini tutmuş. Sağ elinin üstünde çaprazlama derin ve belirgin bir yara izi varmış. “Evet.” dedi Yuşa heyecanla. İlk geldiğinde, daha hava kararmamışken, tüy dolu torbayı kendisine uzatırken görmüştü o yarayı. Evet, hatırlıyordu o izi. Ama bütün öğrenebildiği, bu kadardı işte. Dilenci, ısrarla adamın hep yalnız geldiğini iddia etti. “Yanında başkası olsa nereden bileceksin, sen körsün.” diye geçirdi aklından Yuşa. İşte o zaman dilenci, sanki aklında geçeni anlamış gibi, “Birileri vardıysa bile hiç konuşmadılar.” dedi.
Zihninde dinlediği hikâye, elinde bir torba kartal tüyü ve aklında batıp duran, rahatsız eden sorularla öylece kalakaldı. Her gece rüyasında Şalom’un anlattıklarını kendisi yaşamış gibi yeniden yeniden gördü. Doğru düzgün uyuduğu da yoktu zaten. Yine aynı kâbusu görme korkusuyla uykusuz geceler geçirirken, yorgunluktan sızdığı, derin, dipsiz ve karanlık bir kuyuya durmaksızın düştüğünü sandığı kısacık uykularından kartalın etine batan pençesinin acısıyla sıçrayarak uyandı. Bu kâbuslar, atına atlayıp hikâyenin peşine düşmek ve Şalom’u bulmak için uzun yıllar sürecek yolculuğa çıktığı sabaha dek sürdü. Yine böyle bir gecenin sabaha yakın saatlerinde terk etti şehri. Yola çıkması beş dakikasını bile almadı. Aslında yola çıkmak için uzun zamandır hazır olduğunu o zaman anladı. Odanın bir köşesinde tüy dolu torba ve yanında ihtiyaç duyacağı kimi günlük eşyalarının olduğu –küçük bir cezve, bir fincan, tava, tabak, kaşık, kepçe, bıçak, birkaç gömlek, bir kaftan, iğne-iplik kutusu, yedek bir nalın…- başka bir torbayı kaptığı gibi çıktı evden. Bunları yine böyle bir kâbustan uyandığında gelişigüzel hatta hırsla doldurmuştu torbaya. Eline geçeni öylece üst üste yığmıştı ama neredeyse eksik de yoktu hazırlığında. Sonradan sadece biraz parşömen, yazı takımını ve deri üzerine çizilmiş bir harita ekledi. Yayıyla birlikte birkaç düzine ok ve mızrak ucu aldı yanına. Kargıyı nasılsa düz bir ağaç dalından kesebilirdi. Çıkıp gitti. Şehir uykudaydı. Doğu kapısındaki uykulu iki nöbetçi dışında kimse görmedi gittiğini. Onlar da kim olduğunu merak edip durdurmadı zaten. Bir süre sonra yokluğu fark edilince kayıtlara bakıldı. Askerler onu durdurmadığı, Yuşa’nın geçişinden az önce atlı araba için açtıkları kapıyı kapamaya üşendikleri ve sonrasında suçlu duruma düşeceklerini bildikleri için sustular. Kayıtlarda olmadığından herhangi bir iz bulunamadı.”
(Kehanetin İlk Günü, s. 9-10-11)
3. DÖRT GÖK DÖRT GÖNÜL, Talat Sait Halman, şiir, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1995.
7 Temmuz 1931 İstanbul doğumlu Talat Sait Halman, edebiyatımıza şiir, inceleme, tiyatro, fıkra, deneme ve makale türünde yirmi beş eser; çeviri türündeyse yirmiyi aşkın eser kazandırmıştır. Yurt içi ve yurt dışı üniversitelerde akademisyenlik, bölüm başkanlığı ve dekanlık da yapan Talat Sait Halman ülkemizde Kültür Bakanlığını üstlenen ilk isimdir.
İlk şiirleri Yeni Arkadaş adlı çocuk dergisinde yayımlanan Halman, şiirlerini dönemin edebiyat dergilerinde yayımladı. 13 yaşındayken ilk çeviri şiirini yayımlayan Halman, bu alanda da önemli işlere imza atmıştır. Bununla kalmamış, 16 yaşındayken Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim’in şiirlerini İngilizceye çevirmiştir.
Dört Gök Dört Gönül (Rubailer, Tüyuğlar, Kıtalar 500 Dörtlük), 1995 yılı Ocak ayında yayımlanmış. 17 Aralık 1997’de de kütüphaneme giren bu eser, zaman zaman okuduğum ve her biri üzerinde derinlemesine düşünmeye çalıştığım bir şiir kitabıdır. “Sunarken” başlıklı kısımda eserine ilişkin şunları söylüyor şair:
“Dört Gök Dört Gönül, 1960 yıllardan beri yazdığım dörtlüklerden bir derleme. İçinde beş yüz şiir var. Yirmi beşi çeviri. Çoğu rubai. Bir kesimi tuyug. Ve bir avuç kıta. Hepsi aruzla.
‘Aruz öldü, rubai türü geçmişte kaldı’ diyenler yanılıyorlar. Rubai, birçok çağdaş şairin benimsediği bir biçim… Kimisi, vezinsiz kafiyesiz yazıyor. Ama, klasik anlayışta (rubai türüne özgü vezinlerle, kafiyeli yazanlar da var-hem de günümüz Türkçesini tertemiz kullanarak. Yahya Kemal Beyatlı’dan sonra yaşamayacak sanılan rubai, 1990’lı yıllarda dinç.
Elinizdeki kitapta yer alan şiirlerin çoğu, gönlüme rubai ya da tuyug olarak doğdu. Kimi zaman beklenmeyen konuklar gibi geldiler, kimi zaman çağrılı olarak. 1940’lı yıllardan başlayarak aruzla içli dışlı olmuştum. Bilinçaltımda kendiliklerinden gelişmişlerdi sanki. Çoğu, iyi arkadaşlar gibi, teklifsiz gelerek başköşeme kuruldular. Hazırdım onlar için.
Yıllar boyunca bu dörtlüklerden birçoğu, edebiyat dergilerinde, kitap ve antolojilerde yayımlandı. Tanıdık tanımadık nice okurlar ilgi gösterdiler. Dostum Fırat Kızıltuğ, birkaç tanesini besteledi. “Tuyug” besteleri birkaç konserde sunuldu.
Dön Gök Dön Gönül’de başka tadlar da olsun diye, birkaç büyük şairden yaptığım rubai çevirilerine de yer verdim.”
Dört Gök Dört Gönül; Aşk Rubaileri, Adalet Rubaileri, Göçebe Rubaileri, Tuyuğlar, Yunus’a Rubailer, Kıtalar ve Büyüklerden Rubailerden adlı yedi bölümden oluşmuş.
Her bölümden birer dörtlükle şair huzurlarınızda:
YARATAN
Sen sevgiyi seçtin: Bütün aşklar sustu; Sessizliği seçtin; her ilah kan kustu. Sevdayı aşan bir aşk yarattın ya, o aşk Kör tanrıların gördüğü son kâbustu.
SIRTLAN ÇAĞI
Sırtlanlar akında – her gülüş, ürperti… Vahşi bir çağ, gözlüyor ölgün kenti: Kurban arıyor zorba, sırıtkan ve obur. Hiç korkmadan ölmek, tek asıl beklenti.
BİZDEN SONRA
Oymaklar ölürse, bak, dağ ıssız kalacak; Irmak sinecek, sevda ıssız kalacak. Bizler verdik bin duyu, bin göz doğaya: Biz göçsek Göktanrı da ıssız kalacak.
ÖZ
Bir cesettir sanki. Hiç görmez gözü Son kıvılcımdan doğan sonsuz özü. Sevgisiz kalb, bir mezarlık bekçisi; Varlığın göklerce sevmektir özü.
YUNUS EMRE’YE RUBAİ İnsandaki kutsallığa ilk erdi Yunus; Aşkın yeniden doğduğu mahşerdi Yunus. Bir taze güneş sundu karanlık çağına, Yüzyıllara öz Tanrıyı gösterdi Yunus.
SUÇ
Bir müstebidin suçları halkın olamaz. Ancak, bu bozuk adaletin aslı şudur: Gaspettiği taht’a yan gelip düşmemesi Halkın suçu, halkın suçu, halkın suçudur.
MEVLÂNA CELÂLEDDİN RUMİ’DEN BİR RUBAİ
Dünyada ve ahirette O var, bir tek O var; Tek taptığımız O. Sahte tüm varlıklar: Gökler de yalan, güneş de, bağ bahçe yalan. Her sözde, her anlamda O tek gerçek, O var.
(Dört Gök Dört Gönül 1-35-63-135-175-179-185)
Tadımlık Kitaplar-33’ün de sonuna geldik. Bu ay sıcağın kendisini iyice hissettirdiği bir ay… Sıcak günleri ve sıcakta çalışanları düşünüp hâline şükredebilmek büyük bir nimet… Şükreden kul, Rabbine kullukta önemli bir mesafe alır. Rabbim bizleri şükredenlerden eylesin. 2001, 2023 ve 1995’te yayımlanan tadımlık üç kitaptan birer numune sunduk.
Allah’a emanet olunuz.