Gezi Yazısı
Tapınaklar Ülkesi Nepal
EKLENDİ
-:
Yazar:
Ali IşıkKatmandu Havaalanına indiğinizde hayatın çok yavaş seyrettiğini fark ediyorsunuz. Şehrin sokaklarında ilk gözümüze çarpan şehirdeki viranelik oluyor. Bu durumun ilk etapta yoksulluktan kaynaklandığı düşünseniz de biraz zaman geçince bu durumun nedenleri arasına buradaki yaşama biçimini de eklemek gerektiğine inanıyorsunuz. Size keşmekeş gibi gelen düzensizliğin sokaktakileri hiç de rahatsız etmediğini, bilakis bunun hayatın doğal bir süreci olduğuna inandıklarını seziyorsunuz. Karmaşa içindeki ahengi anlamanız biraz zamanınızı alıyor. Bir de büyük depremin yaraları hâlâ sarılamamış durumda. Biz depremden bir yıl sonra oradaydık. Göçükler geçici çözümlerle kapanmaya çalışılmış ama şehrin yerinden oynadığı çok belli. Yollarda çok sayıda mobilet tarzı araç var. Trafik ışıkları oldukça az ve olanlar da pek çalışmıyor sanırım. Kavşak ortalarında polis noktaları var ve işaretlerle trafiği idare ediyorlar. Trafiğin yarısı mobiletten oluşuyor. Dolayısıyla karmaşık ve her an kaza olacak gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Fakat Katmandu’da kaldığımız süre zarfında küçük bir kazaya dahi rastlamadık.
Sokaklarda gezerken çeşitlilik başımızı döndürüyor. Bu çeşitlilik o güne kadar gördüklerimizden uzak görüntülerle karşılaşmanızdan kaynaklanıyor olabilir. Bir sokağı gezerken zihnimiz dokuyu çözmek üzereyken bir sokak ötesi başka bir dünya oluveriyor. Çeşitlilikte sınır yok. İnsanların kıyafetleri perdelenmiş bir renk cümbüşü kıvamında. Saçları büyükçe bir kuş yuvasına benzeyen gençler kaldırımlarda gruplar halinde oturuyor. Sokaklar birbirine benzeyen yığma küçük heykelciklerden oluşan dükkânlarla dolu. Heykellerin farkını çok yakından bakınca anlayabiliyorsunuz. Köşe başlarında küçük tapınakları, ayinde oldukları belli ritüelleri görüyorsunuz. Bu çeşitliliği anlama gayreti daha ilk günden sizi yoruyor. Bu şehri anlayabilmek için derin bir dinler tarihi müktesebatına sahip olmak gerekiyor. Tapınaklar, ritüeller bir süre sonra ayrıntısını kaybediyor. Elbette her ayrıntının farklı bir sebebi var. Kısıtlı bilgiyle ayrıntılar genel hatlara çekiliyor. Yanımızda bölgeyi iyi bilen hocanın da müktesebatı bir yere kadar uzanabiliyor. Gezmeye devam ettikçe her nesne birbirine benzemeye başlıyor. Ritüellerle ve tapınakla ilgi daha ayrıntılı bilgi muhtemelen bunları birbirinden uzaklaştıracaktır ama böyle bir olanağa sahip değiliz. Aynı durumla Hindistan’da da karşılaşmıştık. Yerel bir rehber tapınakları ve tanrıların farklılıklarını uzun uzun anlattıktan sonra yorgun düşmüştü. Mesele sadece görüntüden ibaret değil elbette. Her bir figürün nesnenin arkasında barındırdığı farklı felsefi düşünceler var. İnsanların bunca farklı tapınağa sevgi beslemeleri, inanç ve sevgilerini bunca çeşitlendirebilmeleri üzerinde konuşuyoruz uzun uzun. Nepal Budizm’in doğduğu topraklar olarak da biliniyor. Katmandu’nun hemen her noktasında Budist tapınaklarına rastlamak mümkün. Bunun Katmandu dışındaki yerleşim yerlerinde de olduğunu biliyoruz. Sonradan Buda olarak anılan Siddhartha Gautama’nın, Nepal’in Hindistan sınırı yakınlarındaki Rupandehi bölgesinde yaşayan Budistlerin hac merkezi kabul edilen Lumbini’de doğduğu düşünülmekte.
Nepal’de konuşulan dil Nepali şeklinde de ifade edilen Nepalce’dir. Sanskritçe, Hintçe ve Urduca’ya benzemektedir. Nepal halkının genel olarak yüzde seksen beşi Hindu, yüzde onu Budist, yüzde beşi Müslüman’dır. Dünyada dikdörtgen olmayan tek bir bayrak Nepal’e ait. Nepal’in takvimi dünyadan farklı işliyor. Dünyada Miladi Takvim’i kullanmayan birkaç ülkeden biri. Nepal,
güneş ve ay takviminin bir kombinasyonu olan Bikram Sambat takvimini kullanıyor. Miladi Takvim’den 67 yıl sekiz buçuk ay önde gidiyorlar. Biz büyük depremden bir yıl sonra Katmandu’daydık. Biz oradayken onlar 2073 yılındaydılar. Tarihî binaların ve tapınakların neredeyse tamamı tahta kalaslarla korunuyordu. Bu yüzden gezerken tapınaklara ve binalara yaklaşamıyoruz. Uzaktan seyrediyoruz. Gün bitiyor.
Yemekten sonra dinlenirken getirdiğim kitaptan rastgele bir sayfa açıyorum ve şu cümleleri okuyorum: “Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez.”
Katmandu’yu daha yakından görebilmek için yola çıkmadan yanıma, daha önceden okuduğum Hermann Hesse’nin Sidharta romanını almıştım. Hesse, romanını bir Hint masalı olarak kurguladığını daha kitabın başında söyler. Yine de kitabın bana Katmandu da farklı bir şeyler söyleyebileceğini düşündüğümden gezerken yanımdan ayırmıyor, nefeslenmek için oturduğumuzda pasaj pasaj altını çizdiğim yerleri tekrar okuyorum. Siddhartha, insanın kendine doğru yolculuğunun hikâyesi. Romanın kahramanı Siddhartha, o da Buda gibi gerçek bilgiye ulaşmak için birçok kez, farklı yolculuğa çıkar. Her şeyi geride bırakarak ormanlara çekilir. Yolculuklarda bu uğraşlarının onu hedefine ulaştıramayacağını hisseder. Buddha’yla karşılaşınca ondan Budizm’in felsefesini öğrenir. Ama tatmin olmaz. Şehre dönerek tekrar dünya zevklerine dalar. Şehirde geçirdiği günlerde rüyasında, dünyaya kendisini kaptırdığı için ruhunun esir olduğunu görür. Uyandığında şehri, dolayısıyla haz âlemini terk eder. Sanskritçe’de ırmak tanrısı anlamına gelen Kayıkçı Vesudeva’yla karşılaşır. Ondan ırmağın sesini dinlemeyi öğrenir. Sidharta’nın roman boyunca amacı bilgeliğe ulaşmaktır. Macerasının, bazı aşamalarında umutsuzluğa düşse de iç sesi ve farklı kişilerin yardımıyla içindeki huzursuzluğu dindirerek ruhsal bütünlüğe ulaşır.
Öbür gün Katmandu Vadisine giderken burada iki bin beş yüz civarında irili ufaklı tapınağın bulunduğunu öğreniyoruz. Eski Nepal kralları tarafından yaptırılan tapınakların, avluların ve mabetlerin olduğu Durbar Meydanı, Katmandu’nun on üç km doğusundaki Bhaktapur şehrinin merkezinde yer alıyor. Durbar Meydanındaki binalar 1979 yılında UNESCO tarafında Dünya Mirası olarak ilan edilmiş ve koruma altına alınmış. Depremden oldukça etkilenmişler. Tapınaklar deprem sonrası çökme riskine karşı tahta kalaslarla korunuyor. Giriş ücretli. Meydana girdiğinizde solda, içlerinde ufak heykelciklerin ve tanrı figürlerinin bulunduğu dört kubbeli küçük sunak var. İnsanlar bunların içerisine çiçek, meyve gibi armağanlar bırakarak ibadetlerini yapıyorlar. Durbar Meydanı, Taumadhi Meydanı, Dattatraya Meydanı ve Çömlekçiler Meydanı dâhil olmak üzere birkaç ayrı küçük meydanın toplamından oluşuyor. Durbar Meydanı, eski kraliyet sarayının bulunduğu alanmış. Taumadhi Meydanıysa Nyatapola Tapınağı ve Bhairavnath Tapınağı’yla ünlü. Dattatraya Tapınağı’na Dattatraya Meydanı, ev sahipliği yapıyor. Burası büyüleyici bir açık hava müzesi. Meydanlardaki birçok eski yapı birbirine benziyor ama hepsinin ayrı ayrı mitolojik hikâyeleri var. Dört tarafı saçaklı Pagoda adı verilen tapınaklar yükseliyor meydanda. Çatıları eğik binaların ilk çıkış noktası burasıymış ve bu binalar Çin mimarisine esin kaynağı olmuş. Nepal mimarisinin en güzel örnekleri buradaki tapınaklarda ortaya çıkıyor. Şaşırtıcı güzellikte ahşap, metal ve taş işçilikleri bir arada görülüyor.
Hoca uzaktan Kumari evini göstererek yaşayan tanrıça Kumari’yi anlatıyor. Kumari, yüzyıllar öncesine, Malla Krallığı’na dayanan bir geleneğin uzantısı. Hinduizm’deki tanrı ve tanrıçaların çok sayıda adları ve biçimleri var. Kumari, ülke genelindeki küçük kız çocukları arasından din adamları tarafından seçiliyor. Kumari’nin Tanrıça Taleju’nun vücut bulmuş hâli olduğuna inanılıyor. Yaşayan Tanrıçanın evi 18. yüzyılda yapılmış. Girişteki kapıda sağda ve solda biri erkek, diğeri dişi iki aslan figürü evi koruyor. Belirli günlerde birkaç saniye ortadaki pencereden bekleyenlere görünüyormuş. Biz beklemedik. Avluda sıcaktan bunalmış, yaşayan tanrıçayı beş-on saniyeliğine görmeyi uman bezgin bir kalabalık vardı. Onlar için tanrılar önemli miydi? Tanrıçayı gördüklerinde kalpleri huzurla dolacak mıydı? Bunları biz bilmiyoruz. Biz diğer yapıları gezmeye devam ediyoruz. Avlu içlerinde taş desenlerle sarılı birbirinden ilginç havuzlar var. Birçok yapıya kalaslardan dolayı yaklaşamıyoruz. Elli beş pencereli saray olarak da bilinen eski kraliyet sarayı en kalabalık yer. İncelikli ahşap işçiliğin dikkat çektiği yapı, oldukça iyi korunmuş. Sarayın üst katındaki elliden fazla ahşap pencere, ihtişamlı. Avlunun tam ortasında zarif ve ince işçiliği göze çarpan ve tapınak özelliği olan gömme havuz var.
Saraya bakan bir sütunun tepesinde taht üzerine oturan, metalden Bhupatindra Malla heykeli yer alıyor. Heykel, kralı ibadet sırasında tasvir etmekte. Ellerini birleştirmiş ve bağdaş kurmuş olarak sütunun tepesinde oturuyor. Bu ayrıcalığın sebebi meydandaki yapıların çoğunun inşasından sorumlu olmasıymış. Çömlekçiler Meydanına geçiyoruz. Hâlâ aynı amaçla kullanılan toprak kapların üretildiğini görebiliyoruz. Çömlek ustalarının atölyelerinde birkaçına girip çıkıyoruz. Yaşlı bir kadın meydana dizdiği çömleklerinin üzerindeki tozları alıyor. Ara sokaklara sapıyoruz. Sadece meydandaki yapılar ve tapınaklar değil; daracık sokaklar, insanların yaşadıkları evler, dükkânlar aynı kültürel dokunun benzersiz parçaları. Yapılar size hangi yüzyılda yaşadığınızı unutturan yoğunlukta. Turistlerin elindeki makinalar sizi rahat bırakana kadar on beşinci yüzyılda yaşıyor gibisiniz. Birkaç saat sonra belirlediğimiz noktada buluşmak üzere ayrılıyoruz. Yapıları uzaktan seyretmek daha anlamlı geliyor bana. Meydandaki yapılardan birinin önündeki taş basamaklara oturuyorum. Önümde okul üniformalarıyla oturan çocuklar var. Aralarındaki neşeli konuşmayı dinliyorum. Benim de ortaokul ve lisede giydiğim beyaz gömlek, gri pantolon, lacivert kravat var üzerlerinde. Kravatlarının üzerindeki armaların yeri dahi neredeyse aynı. Öğretmenleri ödev vermiş olmalı ki hepsi defterlerine bir şeyler yazmaya çabalıyorlar. Meydanı uzaktan seyredebilmek için orayı iyi gören bir kafeye geçiyorum. Kitabı çıkartıyorum ve sayfalardan rast gele altını çizdiğim yerlerden okuyorum:
“Kamala, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgârın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgâr varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar.”
Meydanı uzun uzun seyrediyorum. Ben eskiye bakan insanları seyrederken yapıların önlerindeki aslan ve fil figürleri de onları seyrediyor. Meydandaki tanrılar ben baktıkça küçülüyor, meydandan ve o günden uzaklaşıyor. Son beş yüz yıl birbirinin üzerine binmiş ve dürülmüş şekilde meydanda duruyor. Dünyaya geçici bir süre veda etmek isteyenler için biçilmiş kaftan burası. Hiçbir kültürel bağım olmayan bu yapıların buralarda yaşayan insanların bana uzaklığını, benim de şu gördüklerime uzaklığımı düşünüyorum. Dünyanın büyüklüğünü ve bu büyüklük içerisinde hem zaman hem de mekân olarak kapladığım alanı düşünüyorum.
“‘Sana ne söyleyebilirim ki, saygıdeğer kişi?’ diye cevap verdi Siddhartha. ‘Olsa olsa kendini aramaya fazla verdiğini mi? Aramaktan bulma fırsatını bir türlü yakalayamayacağını mı?’ ‘Nasıl yani?’ diye sordu Govinda. ‘Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmasını beceremez, dışardan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak, bir amacı olmak demektir. ’”
Kitabı kapatıyorum. Tekrar meydandaki yerlileri seyrediyorum. Tam manasıyla neye tekabül ettiğini kavrayamadığım tapınakların, anlayamadığım dillerin, okuyamadığım tabelaların, meydanın görsel dilinin ve yabancısı olduğum bir coğrafyanın bende oluşturduğu karmaşa ve cehalet, beni etkilenmekten uzak saf bir alana taşıyor. Bu saf ve bilinmezliğin verdiği kışkırtıyla alışılmış görselliğin ve seslerin ötesinden bakıyorum meydandaki yerlilere. Onlar, inançları ve dünyayı görme biçimleri hakkında bilgimin olmayışı, onları bana daha saf ve çıplak gösteriyor. Öğretilmiş yargılardan uzak, insanı daha yakından görebilmenin ne olduğuna ucundan yaklaşıyorum sanki. Kavradığım her şeyin kendimi bir nebze daha anlamada bir basamak olduğunu fark ediyorum sonra. Düşünürken dalmışım. Vakit gelmiş. Arkadaşlarla buluşacağımız yere gidiyorum. Katmandu’ya dönerken hoca Pathupatnath Tapınağı’nı anlatıyor. Hindu inancına göre ölü yakma törenlerinin yapıldığı tapınakmış burası. Hinduizm’de kutsal kabul edilen Ganj Nehri’nin kolu olan Bagmati Nehri’nin iki yakasında yer alıyormuş. Bu tapınak ölüm ve yaşamın bir arada düşünüldüğü yer olarak anılıyor. Nehirde ölü yakma törenleri yapılırken tapınağın farklı yerlerinde aşram denilen hayat üzerine düşünülen inziva yerleri bulunuyor. Hotele gelip de odama geçtiğimde kitabı yeniden açıyorum.
“Ele geçireceğimiz tek şey kimi avuntular, kimi duyarsızlıklar olacak, birtakım beceriler elde edeceğiz ve bunlarla aldatacağız kendimizi.”
Öbür gün hoca bir cami ziyaretine götürüyor bizi. Hacı Miskin Şah tarafından kurulan ve aynı zamanda kabrinin de içinde yer aldığı Keşmiri Mescidine gidiyoruz. Burası Nepal’in en eski camisiymiş. Caminin arazisi dönemin kralı tarafından Şeyh Miskin’e verilmiş. Cami zamanla genişleyerek üç külliyeden oluşan devasa bir tesis haline gelmiş. Külliyenim içerisinde cami, okul, hac bürosu, oturulan evler, bahçedeki abdest alınan geniş havuz ve Hacı Miskin Şah ve torunu Hoca Gıyasuddin Şah’ın kabirleri bulunuyor. Cami Nepali Keşmir Jamia Mescidi olarak da anılıyor. Caminin üstü kapalı avlusunun ortasında yan yana iki mezar bulunuyor. Etrafı bel hizasına kadar demirden çitle kapatılmış ama rahat bir şekilde görülebilecek halde. Camiye her girip çıkanın yanından geçtiği mezarların yeri ‘ölmeden önce ölünüz’ hadisinin bir tezahürü olarak orası seçilmiş gibi duruyor. İki toprak yükseltinin yüzeyinin de sıvanmış topraktan olması taze mezar hissi uyandırıyor. Türbe içindeki Hacı Miskin Şah’ın kabrinin üzeriyse rengârenk örtülerle örtülmüş, başucuna tunçtan bir saksıya uzun, taze çiçekler konulmuş. Namaz vakti geldiğinde karşı binanın balkon kısmına inşa edilmiş minareden imam yüksek sesle ezana başlıyor. Avlu kısmında etrafında beton oturaklarla çevrili geniş abdest havuzundan abdest alan olmadı. Aynı tarz abdest havuzunun daha genişini Yeni Delhi’deki Cuma Camiinde görmüştüm. Caminin içi oldukça ferah ve geniş. Tavana takılmış vantilatörler bu serinliği arttırıyor. Cemaatin huzurunu yüzlerinden seçebilmek mümkündü. Namazdan sonra Hintçe bilen hocanın tercümanlığı sayesinde bazı hususları konuşabilme imkânımız oldu. İslam’ın Nepal’e girişi 15. yüzyılda Keşmir’den gelen Müslüman tüccarlarla olmuş. İlk gelenlerden biri de camiyi kuran ve burada meftun olan Hacı Miskin Şah’mış. Ülke nüfusunun % 5’i de Müslümanlardan oluşuyormuş. 2015 yılında yürürlüğe giren Anayasayla Müslümanların varlığı kabul edilmiş. Bu anayasada, İslam
resmen kabul edilmiş ve Müslümanların Hindularla eşit haklara sahip olduğu ilan edilmiş. Türkiye için dua ettiklerini söylerken altını çiziyorlardı. Karşılıklı birbirimize dua edeceğimiz hususunda kavilleştik. Müsaadelerini ve dualarını alarak camiden ayrıldık.
Dönme vakti geliyor. Havaalanına giderken yanımdan akarak geride kalan görüntüleri bir daha göremeyeceğimi biliyorum. Katmandu’yu gören biri olarak yoluma devam ederken gelmeden önceki halimle şimdiki halim arasındaki farkı düşünmeye fazlaca zamanımın olacağını biliyorum. Burası görmeyi hayal ettiğim şehirlerden çok farklı bir yerdi. Tarihin bugüne sarktığı böyle bir şehri bir daha görebilecek miyim bilmiyorum. Uçağa bindiğimde zihnim yaşadığımız zamanın ayarlarına dönmeye başlamıştı. Bir süre sonra uçağın dar penceresinden dünyanın çatısı olarak tanımlanan Everest’in zirvesi görünüyor. Everest’in zirvesiyle aramızda sadece bulutlar var. Tepeler muhteşem görünüyor. Everest arkamızda kalınca kitabı açıyorum ve şu cümleyi okuyorum:
“Govinda, sevgili dostum, gel benimle banyan ağacının oraya gidip murakabeye dalalım.”
Evlilikte Mutsuzluğun Nedenleri 2
Gazze’ye Mektup
Çağdaş Din Bilimi Bağlamında Avrupa Sekülerlik Tipolojileri
Çok Okunanlar
- Din ve Hayat-
Türkiye Diyanet Vakfı ve Projeler
- Düşünce-
Haksızlık Karşısında Dilsiz Şeytan Ol(Ma)Mak
- Edebiyat-
Aliya’nın Gölgesinden Yükselen Işık: el-Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif-I
- Edebiyat-
Bir Devrimcinin Ardından
- Edebiyat-
Ahmet Haşim ve Frankfurt Seyahatnamesi
- Edebiyat-
Gezgin: Burada Olmayan
- Edebiyat-
Aliya’nın Gölgesinden Yükselen Işık: el-Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif-II
- Kültür Sanat-
Ay Vakti Dergisi (Temmuz-Ağustos 2024) 211. Sayısı Yayımlandı