Yazar: Saniye Mecek
Çocuk çok güzel gülüyordu, kahkahalarla gülmeye başladığında ona bakan herkes ister istemez tebessüm ederdi. Beyaz tenli, al yanaklı, ela gözlü Ayhan, ortaokula gidiyordu. Yıllardır yaşadığı bu sıcak memleketin güneşini bir kerecik bile üstüne örtmemişti sanki. Güneş acımıştı Ayhan’a, yüreğinin yangını yeter ona demişti ve tenini hiç yakmamıştı. Öyle ya, Ayhan ciğer acısıydı.
Anne ve babası ayrılalı yıllar olmuştu. Babası yeniden evlenmiş annesi ise iki oğlunu yanına alarak başka bir memlekete göç etmişti. Ayhan’ın annesi okumamıştı, belli bir mesleği yoktu. Bulabildiği sigortasız, basit işlerde çalışır, kazandığı azıcık parayla kıt kanaat geçinirdi. Ayhan’ın Ahmet adında bir de abisi vardı. Ayhan ilkokula adımını attığı günden itibaren yatılı okulda kalıyordu ama Ahmet annesiyle birlikte yaşardı. Ayhan buna hiçbir zaman anlam veremedi, kendisi hep yatılı okulda kalırken bir-iki yaş büyük abisi neden annesinin yanında, evlerinde kalıyor, annesine sarılarak uyuyabiliyordu. Bunu anlamıyor, anlamak istemiyor, bir türlü kabul edemiyordu. Haklıydı! Öğretmenleri de konuşmuştu iki kardeşin durumunu ama onlar da anlamamıştı. Nihayetinde anneye sormuşlardı. Yanıt, bir annenin yanardağ misali yüreğinden yol yol akan, geçtiği yeri yakıp kavuran kelimelerin yangınıydı: “Aç kalmasın diye. Ayhan, Ahmet gibi değildir; varı yoğu bilmez, hep ister, kanaat edemez, iştahı da açık. Yurtta kalırsa yemek yediğini, doyduğunu bilirim en azından. Devlet bakar oğluma, gözüm arkada kalmaz” demişti. Gerçekten yaşıtlarına göre daha iriydi Ayhan, yemeyi de severdi ama annesinin yanında kalsa kanaat etmeyi öğrenemez miydi? Bir lokma yetmez miydi?
Ayhan’ın en büyük açlığı sevgiyeydi, babası vardı var olmasına da ortalıklarda yoktu, ne arıyor ne de soruyordu. Annesini sadece hafta sonları görüyordu, bazen çalışmaya giderdi yine göremezdi. Ayhan kime anlatacaktı dertlerini, sevinçlerini, kavgalarını, kim onu bağrına basacaktı; kim saracaktı yaralarını! Ailesinden, arkadaşlarından yeteri kadar ilgi göremeyen Ayhan, arkadaşlarını rahatsız ederek, öğretmenlerini bezdirerek “Ben buradayım, beni sevin, benimle ilgilenin!” diye bağırıyordu ama onun yaramazlıklarına hapsolmuş yardım çığlıklarını duyan yoktu. Herkes Ayhan’dan şikâyetçiydi, oyunlara alınmıyor, cezaya kalıyor, okuldan atılması isteniyor, neredeyse her gün öğretmenlerinden nasihat dinlemek zorunda kalıyordu ama hiçbiri umurunda değildi. Ayhan yaramazlık yaptıkça şikâyetler artıyor, şikâyetler arttıkça Ayhan işi iyice abartıyordu. Tam üç yıl Ayhan ile okul arasında denge kurulmaya çalışıldı, bazen iyi bazen kötü yıllar akıp geçti. Ayhan büyüdükçe hayatla kavgası da büyüdü, iyice hırçınlaştı ve tahammül sınırlarını aştı. Sonunda anne ikna edildi ve oğlunu yanına aldı. Başka bir okula evinden, annesinin yanından gidip gelen Ayhan ilk başlarda mutluydu ama bir süre sonra her şey alışılmış seyrine döndü.
Hızla geçen dört yılda Ayhan’ın çevresini garip tipler sarmaya başladı. Toplumu rahatsız eden, problemli insanları Ayhan mı gidip buluyordu yoksa onlar mı Ayhan’ı kendilerine çekiyorlardı belli değildi. Eve gitmek için can atan çocuk artık eve uğramayan bir gençti. Aklına estiğinde gelir, canı istediğinde giderdi. Abisi ile sık sık kavga ediyordu, annesine sesini yükselttiği anlarda çok acımasız olabiliyordu. Kapıyı çarpıp çıktığında öyle zamanlar olurdu ki haftalarca Ayhan’dan haber alınmazdı. Annesi kirlilerini toplarken giysilerinin arasında bıçak bulmuştu, birlikte dolaştığı arkadaşları hiç tekin değildi. Oğlunun başına bir şey gelmesinden çok korkuyordu ve bir gün korktuğu başına geldi. Ahmet işte olması gereken saatte, kan ter içinde eve gelmişti. Yüzü mor ile kara arasında bir renkte, elleri ve dudakları titriyordu. Kötü haberi annesine telefonda vermek istemediği için eve koşmuştu. Annesinin yığılıp kalmasından korktuğu için onu kanepeye oturtup ellerini ellerinin arasına aldı. Polisin anlattıklarını söylemesi gerekiyordu ama konuşamıyordu. Boğazında nefes almasını engelleyen bir düğüm vardı, boğulacak gibi hissediyordu. Kısık bir sesle “Ayhan ölmüş, kardeşim ölmüş” diyebildi. Donup kalan annesi Ahmet’in söylediklerini anlamadı, bu gerçek olamazdı. 18 yaşında hayatının baharında olan oğlu nasıl ölebilirdi, ölemezdi, ölmemeliydi. Ahmet’in gözyaşları sel olup akmaya başlamıştı, hıçkırıklarının arasında Ayhan diye bağırıyordu. Annesinin buz tutmuş beyni birden çözülüverdi, Ayhan ölmüştü, bu gerçek böğrüne sertçe çarpmış bir atın çiftesi gibi kalbini patlattı. Ses tellerini kopartırcasına acısını haykırdı, kalbini göğüs kafesinden çıkartmak istedi. Elleri çoktan üstündekileri parçalamaya başlamıştı. Ahmet annesinin ellerini tutmaya çalıştı. Bağıra bağıra ölen oğlu için ağlayan anne şu an dünyanın en güçlü insanıydı, acı kuvveti Ahmet’e galip geliyordu. Annesini tutamayacağını anlayan Ahmet, ona sıkıca sarıldı, hedefine kilitlenmiş bir kaç yumruğu sırtına aldı. Annesi vurdukça ona daha sıkı sarıldı. Birkaç dakika sonra anne vurmayı bıraktı, ağlama krizine girdi. Bakışları kapının eşiğinde beliren komşulara kaydı, gözleri karardı ve kapandı.
Ahmet ile annesi olay yerine geldiğinde Ayhan öylece yerde uzanıyordu, sanki yatağında yenice uykuya dalmış gibiydi. Yüksekçe bir duvarın dibindeydi, yerde hiç kan yoktu. Duvara tırmanırken sırtüstü düşmüş ve oracıkta can vermişti. Savcı ve iki polis inceleme yapıyordu, Ayhan’ın yanına kimseyi yanaştırmadılar. Ahmet annesini tutuyordu, kadıncağız oğluna koşmak istiyordu ama izin vermiyorlardı. Etrafta toplanan kalabalığın uğultusu Ahmet’in kulaklarına kurşun gibi girmişti. Birkaç bağımlı genç lokantada yemek yemişler sonrasında hesabı ödemedikleri gibi lokanta sahibini darp edip soymuşlar ama kaçarken biri duvardan düşmüş ve ölmüş diyorlardı.
Yerde boylu boyunca uzanan Ayhan’ın yüzünde duygusuz bir ifade vardı, oysa ne kadar güzel gülen bir çocuktu. O gülünce ona bakan herkes ister istemez tebessüm ederdi. Beyaz tenli, al yanaklı, ela gözlü Ayhan, emaneti teslim etmeden önce gülüşünü nereye bıraktın? Çocukluğuna mı? Gülen yüzünün yansıması, günde 4 öğün 3 çeşit yemeğin konduğu metal tabldotta mı kaldı! Dilimlenmiş ekmeğe katık ettiğin ailene hasretin mi yoksa beyaz peynir miydi? Kavga ettiğinde yumruğunu savurduğun yüz kimindi, arkadaşının mıydı gerçekten, kimlereydi bu kızgınlığın, öğretmeninin gözlerine sıcacık bakarken gördüğün kimdi? Derslerde neden hep dalıp giderdin, hayallerinde kimlere koşardın?
Ayhan çocukluğunda niye bu kadar yalnızdı, kaç kapıyı elleri kanayıncaya kadar çalmıştı da açtıramamıştı. Ayhan’ı hiç kimse sevmedi mi, illa ki sevilmişti ama hiç kimsenin sevgisi, yaşayan bir annenin ve babanın sevgisinin yerine geçmemiş Ayhan’a yetmemişti, doyamamıştı, sevgiye açtı, ilgiye muhtaçtı. Zamanla kalbinin odacıkları açlıktan birbirine yapıştı. Kalbi kurudu, kimseyi içine alacak hali kalmadı, artık istese bile annesine de babasına da kalbinde yer yoktu.
Ama olsun, öldüğünde kalbi boş olsa da karnı toktu. Önemli olan da bu değil miydi?