Bizimle İletişime Geçin

Söyleşi

D. Mehmet Doğan: Bizim Hakikatle Temasımız Kelimeler Üzerindendir

“Dil, insanın evidir.” diye bir söz var, gerçekten de öyledir ve insan, kelimelerle örülmüş bir dünyada yaşar. Kelimelerin olmadığı bir dünya mümkün değildir. Bizim hakikatle temasımız kelimeler üzerindendir. Eğer kelimeler üzerinde oynanırsa bu hakikatle temasımız da sıkıntıya uğrar. Ben bu durumla çok karşılaştım hayatım boyunca. Ortaokuldan itibaren dil konusu benim gündemimde ve beni sözlük hazırlamaya kadar götürdü.

EKLENDİ

:

Söyleşi: Fatih Karadayı

D. Mehmet Doğan, kültüre adanmış bir ömür, eserleri ile konuşan öncü bir isim. İlk kitabı Batılılaşma İhaneti’ni 1975 yılında yayımladı. 1978’de Türkiye Yazarlar Birliğine öncülük etti. Aşağı yukarı üç yıl günde 18 saat çalışarak hazırladığı Büyük Türkçe Sözlük ile önemli bir boşluğu doldurdu. Bir medeniyet taşıyıcısı olan Türkçemizin kelime ve kavramlarının gelecek kuşağa aktarılmasında önemli bir rol üstlendi. Eserleri ile yeni bir dünya kuranlardan. Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan’a insaniyet.net okurları için kendi hayatını, Büyük Türkçe Sözlüğü, dil meselemizi, son dönemlerde açılan kütüphanelerimizi ve Mustafa Kutlu’yu sorduk…

İlk şiiriniz Hareket dergisinde 1967 yılında yayımlanmış, 1975 yılında da Batılılaşma İhaneti kitabı çıkıyor. 1978’de  Türkiye Yazarlar Birliğini kuruyorsunuz, 1981’de Büyük Türkçe Sözlük çıkıyor. 1984’te de Dil Kültür Yabancılaşma. Yine okullar için Türkçe Sözlük gibi birçok kitabınız var. D. Mehmet Doğan, nasıl bir çevrede yetişti, yetiştiği çevrenin buna katkısı nasıl oldu?

Bizim yetişme yıllarımız, çocukluk ve gençlik yıllarımız dokuz yaşına kadar memleketimiz Kalecik’te geçti. Kalecik Ankara’nın Kuzeydoğusunda, 60 kilometre mesafede bir kasaba. Dokuz yaşımdayken 1956 yılı sonlarına doğru merkeze taşındık. Bir gecekonduda oturmaya başladık. Peder, Ankara Saman Pazarı’nda Saraçlar Çarşısı’nda eniştemle birlikte terzilik yapıyor idi.

Ben ilkokulu üçüncü sınıftan itibaren Ulus İlkokulunda okudum, orayı bitirince Cebeci Ortaokuluna geçtim, oradan sonra da Gazi Lisesine devam ettim. Burası eski Ankara’nın okulları. Ulus İlkokulu, tam kalede, hanlar bölgesinin altında, Cebeci Ortaokulu Hacettepe ile adeta sınır bir yerde, Gazi Lisesi de eskiden Ankara’nın çarşısının pazarının başladığı bölgelerde bir yerde. Peder esnaf olduğu için biz okul zamanlarımızda onun terzi dükkânına giderdik. Biraz çıraklığımız var, pantolon dikmeyi öğrenmişliğimiz var.

O yıllarda -daha ilkokul yıllarından- hem günlük gazeteleri okumaya hem de kitap okumaya merakımız başladı, çocuk kitapları, çocuk dergileri okuduk. Ortaokuldan itibaren de edebî eserler okumaya başladık. Hem ortaokulda hem de lisede öğretmenlerimiz, taşraya göre daha farklı öğretmenlerdi. Öğretmenlerimin de öğrenimimde ciddi bir rolü olduğunu  düşünüyorum.

Nurettin Topçu’nun kurucusu olduğu Hareket dergisi daha fazla cezbetti, 1967 yılında Kasım sayısında bir şiirim bu dergide yayınlandı

Liseden itibaren fikir yönündeki farklılaşmam öğretmen etkisinin dışında bir alana doğru ilerlemeye başladı. Belli başlı fikir dergilerini okumaya başladım. Esas olarak da Nurettin Topçu’nun kurucusu olduğu Hareket dergisi daha fazla cezbetti ama çoğu dergiyi görüp takip ettim. Hareket dergisinde de ilk 1967 yılında Kasım sayısında bir şiirim yayımlandı. Bu bir başlangıç olarak kabul edilir.

Ankara’da çok canlı bir kültür hayatı yoktu. Lisede bizim okul, Türk Ocağı’na yakındı. Türk Ocağı, Osman Turan’ın döneminde daha çok dil ile ilgili faaliyetler yapıyordu. Bir defasında da Çanakkale ile ilgili tabi Mehmet Akif’i de içeren bir 18 Mart programı yapılmıştı. O programda Osman Yüksel Serdengeçti konuşmacı idi, bu program vesilesi ile onunla tanışmış oldum. Ben de Çanakkale Şehitlerine şiirini okumuştum.

Bizim okul Siyasal Bilgiler Fakültesine bağlıydı. Bazı temel ders hocaları oradaydı. Meslek dersleri diyebileceğiniz teknik alan dersleri dışında hemen hemen bütün dersleri tecrübeli hocalar veriyordu. O zamanın şartlarında Siyasal Bilgiler Fakültesi bir kliğin kontrolündeydi. Bizim gibi kimseler burada pek hoş karşılanmıyordu ama o zor şartlarda birtakım zorluklara katlanarak, bazı baskıları falan da savuşturarak tahsilimize devam ettik.

O sırada okuduğumuz hocalar ve dersler, benim zihnimin açılmasında büyük rol oynadı. Hem siyaset bilimi hem de sosyal bilimler ile ilgili dersler ayrı bir kategori. Aşağı yukarı bütün tahsil hayatım boyunca, iyi kötü hem öğrenim gördük hem de onun dışında bazı kişilerden ve esas olarak da okuyucu olarak kitaplardan ve dergilerden istifade ederek belli bir yere geldiğimi düşünüyorum.

Hocam öğrencilik döneminizde lise, üniversite hayatınızda gençlik hareketleri içerisinde yer aldınız mı?

Gençlik hareketleri bizim lise yıllarımızda başlangıç halindeydi. Yani sağ-sol, 60 darbesinden sonra başlayan bir şeydi bu. Yetmişten sonra başka bir boyuta geçti sağ-sol çatışması, silahlı çatışmalara döndü.

Benim ilk dernek üyeliğim Türkiye Yazarlar Birliğine oldu

Ben doğrusu hiçbir dernekle yakın durmadım, hiçbir teşkilatın içinde yer almadım ama o zaman yapılan mitingleri sağ-sol pek ayırmadan takip ederdim. Benim ilk dernek üyeliğim Türkiye Yazarlar Birliğine oldu. Daha önce hiçbir dernekle alakam olmadı ama takipçisi oldum, birçoğunu takip ettim.

Hareket dergisi ile olan ilişkiniz hocam?

Hareket dergisinin merkezi İstanbul’da idi. Biz oraya yazılarımızı, şiirlerimizi mektupla gönderirdik. Sonradan Hareket dergisinin sahibi Ezel Elverdi ve Ali Birinci’yle tanıştım. Ankara’da o sırada Hareket dergisinde olanlarla bir yakınlığımız oldu. Sonra İstanbul’a gidip merkezdeki arkadaşlarla tanıştım. Nurettin Topçu’yu ziyaret ettim, çeşitli şekillerde sohbetinden istifade ettim.

Nurettin Topçu’yu sohbet için Ankara’ya davet ettiniz mi?

O zamanlar böyle şeyler yoktu, böyle şeyler yapacak altyapı, dernekler, vakıflar kurumlar yoktu. Biz Topçu’yu şahsen veya başka bir şekilde buraya davet etmedik ama Topçu’yla Ankara’ya ailevi sebeplerden, nikah dolayısıyla falan geldiğinde Ankara’da da görüştük.

Hocam Batılılaşma İhaneti ilk kitabınız. İlk çıktığı günden bugüne kadar da defalarca kez yeniden basıldı. Bende de kırkıncı yıl özel baskısı var. Kitabın başında tanıtımda da geçiyor, Cemil Meriç’in Türkçe ile ilgili yazmış olduğu yazıya başlarken “Kale Düşerken” şeklinde bir başlık attığı ama o yazı sırasında bu kitabı okuduğu, sonrasında da “Düşmeyen Kale” şeklinde başlığı değiştirdiği söyleniyor. Bu başlığı değiştirtecek ne var bu kitapta?

Cemil Meriç’in sekreteri Murat Yerlikan’ı tanıyorum, ona kitap okuyan veyahut bir şeyler yazılacaksa onun için yazan bir arkadaşımızdı. Kendisini Kayseri’de iken ziyaret etmiştim, konuşurken bana bunu anlattı. “Ya böyle bir şey var, bu işin içinde ben de varım. Kitabı Cemil Meriç’e ben götürdüm.” diye. Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda yayımlanmıştı bu yazı.

Dili ciddiye almayanlar dil tarafından ciddiye alınmazlar. Cemil Meriç unutulmadı ama onunla aynı dönemde yaşamış önemli isimler unutuldu gitti

Cemil Meriç bilhassa dil konusu ile ilgili bir yazı yazmak istemiş. Dil İnkılabının büyük tahribatlar yaptığı, Türkçe kalesini âdeta düşürdüğü yönünde bir kanaat içindeymiş.

Kitabı arkadaşımız ona okumuş, okuyunca yazının başlığını değiştirmiş. Zaten orada kitaptan, “İthamname” diye bahsediyor. Bu daha önceki yönetimleri, bu işleri yapanlarla ilgili bir ithamname. Belli bir tarih dönümü, ithamname olduğunu söylüyor. Sonra da ümit verici bir mesele olarak da dil ile ilgili bu kitapta yer alan hususlara temas ediyor. Demek ki diyor, kale düşmeyecek. Biz yazıyı okuduk ama bu yazının hikâyesini biraz geç öğrendik.

Cemil Meriç dil meselesine gerçekten ehemmiyet veren birisi idi. Bizim birçok hocamız, aydınımız dili ciddiye almaz. Dili ciddiye almayanların dil tarafından ciddiye alınmayacağını düşünüyorum. Kısa vadede, yani eserleriyle şöhret kazansa da uzun vadede bu dil meselesinin onların önüne bir engel olarak çıkacağını düşünüyorum.

Cemil Meriç unutulmadı ama onunla yaşdaş olanlar, onunla aynı dönemde yaşamış önemli sayılmış isimler unutuldu gitti. Keşke onlar da dil konusunu ciddiye alsaydı diye düşünüyorum.

 

Hocam, sizin isminiz konuşulduğunda ilk akla gelen Büyük Türkçe Sözlük ve dil konusundaki hassasiyetiniz. Kelimeler ve kavramlar sizin için çok önemli. Yanlış kullanan kişiler ve kurumlar olduğunda da eleştiriyorsunuz. Ömrünüzü adadığınızı söylesek abartmış olmayız herhalde. Neden diye sorsak? Neden bu kadar önemli sizce?

Aslında dil her şeyin esası bence. Dil, insanı insan yapar. İnsan kimliği dil ile başlar. Bir çocuk, anasının/ailesinin diliyle konuşur ve oradan başlar kimlik. Sonra belki başka diller öğrenebilir. Öğretim dili farklı olabilir. Yabancı diller öğrenebilir ama esas olan kimlik yapısını oluşturan anasının/ailesinin dilidir.

Bizim hakikatle temasımız kelimeler üzerindendir. Eğer kelimeler üzerinde oynanırsa bu hakikatle temasımız da sıkıntıya uğrar

“Dil, insanın evidir.” diye bir söz var, gerçekten de öyledir ve insan, kelimelerle örülmüş bir dünyada yaşar. Kelimelerin olmadığı bir dünya mümkün değildir.

Bizim hakikatle temasımız kelimeler üzerindendir. Eğer kelimeler üzerinde oynanırsa bu hakikatle temasımız da sıkıntıya uğrar. Ben bu durumla çok karşılaştım hayatım boyunca. Ortaokuldan itibaren dil konusu benim gündemimde ve beni sözlük hazırlamaya kadar götürdü.

Sözlük hazırlamaya mecbur birisi değilim, mesleğim dilcilik değil. Başta öyle düşünseydim edebiyat fakültesine, Dil-Tarih’e giderdim ama benim alanım iletişim. İletişim dediğimiz alan da esas olarak dil üzerinden yürüyen bir alan.

Aşağı yukarı 3 yıl, her gün 18 saat çalışarak bir sözlük hazırladım. 1981 yılında bu sözlüğü bastırmaya muvaffak oldum

Her zaman dil problemleriyle karşı karşıya kaldığım ve sözlükleri kifayetsiz bulduğum için kendim bir sözlük hazırlamaya karar verdim. Bunu bir mecburiyet olarak hissettim. Hiç olmazsa kendime ait bir sözlük olsun istedim çünkü mevcut sözlükler benim işimi görmüyor. O gün yaşayan yazarların kitaplarında yer alan kelimeler bile sözlüklerde yer almıyordu. İşte bu durum beni dil işleriyle uğraşmaya, bilhassa sözlük hazırlamaya sevk etti.

Aşağı yukarı 3 yıl, her gün 18 saat çalışarak bir sözlük hazırladım. 1981 yılında bu sözlüğü bastırmaya muvaffak oldum. O da şöyle oldu: 1980’de darbe oldu. Tabi bütün ekonomik alanlarda sıkıntı oldu ama yayın hayatı böyle durumlardan daha fazla çekti. Sözlüğü hazırladık ama bu kadar hacimli eseri basmaya talip olan bir yayınevi yoktu ortada.

Tanıdık, gazetelerde çalışan arkadaşlarımız vardı. Onlar sağ olsunlar, hazırladığımız bir ilanı gazetelerinde yayımladılar. Ayrıca Edebiyat ve Türkçe öğretmenlerinin adreslerini Milli Eğitim’den temin etmişti bir arkadaşımız, onlara da bir broşür bastırdık ve gönderdik.

Türkçe Sözlüğü basmaya talip bir yayınevi yoktu, hiç ortada olmayan bir eser için bin kişiden ön ödeme aldık!..

Özetle böyle bir sözlük basılıyor, eğer siz şimdi alırsanız indirimli alacaksınız; sonra alırsanız fiyatı farklı olacak gibi cümlelerle önden ödeme alarak bine yakın abone topladık. Bin kişi az bir sayı değil, hiç ortada olmayan bir eser için. Sözlük sahasında tanınan birisi de değiliz, buna rağmen bunun ihtiyacını hissedenler var. Bu bin abonenin gönderdiği meblağ ile beş bin sözlük bastık.

Sözlük tahminimizden fazla ilgi gördü. Sözlüğü birden fazla kez çoğaltmak zorunda kaldık. Bir dergi, sözlüğü abonelerine dağıttı. Emeğimiz boşa gitmedi. Emeğin sonucunda ne olacağını hiç bilmiyordum.

Eğer bu sözlüğü basamazsak kendim hazırladığım sözlüğe bakarım, kendi ihtiyacımı karşılayan bir sözlüğüm olur derken birçok insanın böyle bir sözlüğe ihtiyacı varmış.

Sözlüğü çıkarırken “Bu sözlüğü çıkarırım, bir daha sözlükle uğraşmam; diğer kitaplara yönelirim.” diye düşünmüştüm çünkü çok vakit alan, yorucu ve sabır isteyen bir şey. Pösteki saymak gibi bir şey. Binlerce kelime, kavram elinizden geçiyor. Bunları değerlendiriyorsunuz, bir kalıba sokuyorsunuz.  Sözlük tarifi yapmak dünyanın en zor işlerinden biri. Çünkü o kelimeyi, daha önce başka birileri tarif etmiş. Sizin yeni, orijinal ve doğru bir tarif yapmanız gerekiyor.

Bu zor işe bir daha dönmem diye düşünürken okuyucuların ilgisi beni tekrar sözlük üzerinde çalışmaya sevk etti. Sözlüğü yedi defa genişlettim, geliştirdim. Son hâli 2 cilt halinde çıktı. Hem kelime sayısı arttı hem belli başlı yazarlarımızdan, şairlerimizden örnek cümleler koyduk. Çünkü aynı zamanda kelimelerin cümle içinde kullanılışı da önemli.

Kelimenin tarifini okursunuz ama cümle kurmaya gelince başka bir durum devreye giriyor. Gerçek sözlük, kelimeleri cümle içinde kullanılışına göre tarif eder ama bizdeki sözlükler, böyle hazırlanmamıştır. Kelimeler önce taranılıp kelime anlamları üzerine sözlük yapmak yerine daha önceki sözlüklerdeki kelimeleri alıp yeniden bir sözlükte değerlendirmek şeklinde yapılmıştır.

Bizde bir kelimenin 16. yüzyıldaki anlamı ile 21. yüzyıldaki anlamı arasındaki farklılaşmalar üzerine yapılmış bir sözlük yok

Zaman içinde kelimeler, bazen anlam kaybına uğruyor bazen anlam genişlemesine maruz kalıyor. Birtakım farklılaşmalar oluyor. Bütün bunları da dikkate almak lazım. Bizde bir kelimenin 16. yüzyıldaki anlamı ile 21. yüzyıldaki anlamı arasındaki farklılaşmalar üzerine yapılmış bir sözlük de yok. O yüzden bir sözlük hazırlayıcısının işi gerçekten çok zor.

Ben okuyucunun ilgisi karşısında kayıtsız kalamadım ve sözlük çalışmaya devam ettim. Her gün sabah kalkınca yarım saat-bir saat sözlüklere bakarım, gözden geçiririm. İlave edilecek bir şey varsa ilave ederim. Sözlükle uğraşmayı bırakmadık, devam ediyoruz.

Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan / Fotoğraf: İnsaniyet

Bir kelime nasıl sözlüğe giriyor? Kelimeyi tanımlarken nasıl bir yol izliyorsunuz, nelere dikkat ediyorsunuz?

Tarif kelimesinin eski bir açıklaması var. “Efradını cami, ağyarını mani.” Efradı demek, kendisinden olan, yakın olanı toplayacak; dışarıda kalanları da almayacak metne. Söylenmesi gerekeni söyleyecek, lüzumsuz unsurlar ihtiva etmeyecek.

Kelime tariflerinin hem uzun olmaması lazım hem de anlaşılır olması lazım. Bazen kelime tarif ederken uzatılır, uzatmak iyi bir şey değil. Mümkün olduğu kadar kısa ifade edilecek. Anlam farklılıkları varsa başka cümleler kuracaksın.

Diyelim ki kapı kelimesinin on tane anlamı var. On anlam için mecazi anlamlar da dikkate alınarak on farklı örnek cümle kurulacak. Bizim hazırlamış olduğumuz sözlüğün birinci baskısında bu yoktu, birinci baskıdan sonra örnek cümleleri çoğalttık ve sonuncu baskıda da en geniş hâle getirdik. Daha da genişletilebilir.

Kelimeyi tarif eden kişinin ideolojisi ve düşünce dünyası sözlüğü hazırlarken etkili oluyor mu?

İki sebeple sözlük hazırlamak istedim. Birincisi mevcut sözlüklerin kelime kadrosunun yetersiz olması, okuduğumuz kitapları anlamada daha zengin bir kelime kadrosu olması lazım. İkincisi de tarifler.

Türk Dil Kurumu’nun sözlük tarifleri, baştan sona ideolojiktir. Şimdi biraz onları hafiflettiler. Diyelim ki hoca ile ilgili bir tarif yapacak, medresede okuyan başına sarık saran vs. diyorlardı, 1940’larda hocayı böyle tarif ediyorlar. Tamam diyelim ki böyle tarif ediyorsun, o zaman papazı nasıl tarif ediyor: Hıristiyan din adamı. Hahama diyor ki Yahudilerin din adamı. Burada objektif ama kendi dinine gelince milletin dinine gelince onu aşağılayıcı bir şekilde tanımlıyor.

Mesela “Hafız” kelimesinin karşılıklarından birisi de aptal, böyle çok örnek var. Bizim eski kültürümüzle ilgili kelimelerde dini mahiyetli olan kelimelerde ciddi çarpıtma var. Ben biraz da onun için sözlük hazırlamak istedim.

Kelimelere ve kavramlara önem veren birisiniz. 2016 yılında Kültür Bakanlığı’ndan bir ödül aldınız. Fakat aldığınız ödülün ismiyle ilgili bir mesele var. ‘Yazın’ ödülü verildi. Çalışmalarınız ve hassasiyetiniz beğenildiği için ödüllendiriyorlar fakat ödüllendirirken de ‘yazın (!)’ ödülü veriyorlar. Sizi sahneye böyle mi çağırdılar?

Böyle ilan edildi. İlan edildikten sonra bir açıklama yaptım. “Kültür Bakanlığı’nın verdiği Edebiyat ödülünü kabul ediyorum, ‘Yazın’ ödülünü reddediyorum.” diye.

‘Yazın’ ödülü diye bir şey olabilir mi?

Kültür Bakanı, o zaman Nabi Avcı’ydı. Beni telefonla aradı. “Aslında bu ödül, bakanlığın ödül yönetmeliğinde ‘edebiyat’ olarak geçiyor. Bürokratlar,  ‘yazın’ olarak değiştirmişler.” dedi. Gerçekten ‘yazın’ ödülü diye bir şey olabilir mi?

Edebiyat kelimesi yerleşik kelime, herkesin bildiği bir kelime ve bir bağlamı var. Yazın kelimesinin hiçbir bağlamı yok, uydurma bir şey, bir bağlamı da yok.

Türkiye’de yaşayan bir dil var, bazıları bu yaşayan dilin dışında kelimeler kullanarak milletin zihninde âdeta bir teşeyyüşe yol açmak istiyor. Meselenin esası bu bence.

Sosyal medyada bir hanımefendiyi edebiyat kelimesine karşılık yazın kelimesi kullandığı için uyarmıştınız…

Evet. Bazen bu işleri espri ile yapmak gerekiyor. Değerli hanımefendidir ama insanlar bazen ölçüyü kaçırabiliyorlar. Bu meseleye dair yine yakın bir zamanda öykü konusunda bir olay yaşadım.

Ömer Seyfettin hikâyeci olarak vefat etti ama vefatından yüz yıl sonra adama öykücü sıfatı taktılar. Ömer Seyfettin kısa ömründe öykü diye bir kelime duymadı

Ömer Seyfettin ve eserleri üzerine çalışma yapan bir arkadaş sürekli olarak Ömer Seyfettin’in öykücü olduğunu zikrediyordu. Ömer Seyfettin kısa ömründe öykü diye bir kelime duymamıştır. Hikayeci olarak vefat etti. Vefatından yüz yıl sonra adama öykücü diye sıfat takıyorsunuz. Siz öykücü iseniz öykücü olun ama Ömer Seyfettin hikayeci olarak vefat etti. Geçmiş büyüklerimizi bari kendinize uydurmayın.

Yaşayan bir Türkçe vardı. Dil devrimi ve uygulanan politikalar sonrasında bazı kelimeler kullanılmadı ve yerlerine yeni kelimeler uyduruldu. Bunların bir kısmı tutmadı, tutan kelimeler de var. Sizin arzu ettiğiniz dil için bugünkü dili değiştirmeye çalışsak aynı durumu bu nesle yapmış olmaz mıyız?

Buradaki problem aslında devletin böyle bir siyaset benimsemesidir. Öncelikle devletin dile karışmaması lazımdır. Dil, kimsenin malı değildir. Dil milletin malıdır ve yüzyıllar içinde ortaya çıkmıştır.

Şimdi diyorlar ki Osmanlılar dili bozdu. Sorarım onlara Osmanlı’nın hangi döneminde dile müdahale edilmiştir? Hangi Osmanlı padişahı dil ile uğraştı, kelime uydurdu yahut kelime uydurun dedi? Hiçbir padişahın böyle bir meselesi olmamıştır. Eğer Osmanlı döneminde dil bir biçim almışsa edebiyatçılar ona biçim vermiştir, bürokratlar; Osmanlı yazışmalarını yazanlar ona biçim vermiştir.

Tabaka tabaka dil farklılaşmaları var. Bu o mesleği icra edenlerin işi, eseri. Bir edebiyat dili var, edebiyat dili zaten bir üst dildir. Şimdi de edebiyat dili ile günlük dil aynı değildir. Diyeceksiniz ki şimdi daha yakın, yakın olduğu taraflar da var olmadığı taraflar da var.

Yani Osmanlı edebiyatı böyle bir dille gelişmiş. 19. yüzyıla gelindiğinde dilde sadeleşme cereyanı başlamış, o devirde birçok büyük şair ve yazarlarımız yetişmiştir. Örneğin, Ömer Seyfettin, Mehmet Akif, Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve daha sonra Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyük şair ve yazarlar yetişmiştir.

Böyle devam eden, büyük şairler ve yazarlar yetiştiren dilimiz var. 1932 yılında başlatılan savaş esasen 19. yüzyıl itibarıyla yerleşen güçlü ve zengin dile karşı başlatılmıştı. Ben 1932 yılında yapılan dil kurultayına Türkçenin cenaze töreni diyorum.

Dünyanın hiçbir dili saf değildir

Dil kurultayı Dolmabahçe Sarayında muayede salonunda toplanmış ve bir cenaze töreni tertip edilmiştir. Yani bizden önceki dili öldürüyoruz, yeni bir dil kuruyoruz, sırf öz Türkçe diye. Bu mümkün değil, Dünyanın hiçbir dili saf değildir. Her dil başka dilden faydalanır, ödünç alır. Bazılarında bu baskın olur, bazılarında zayıf olur. Örneğin Türkçe; Arapça ve Farşçadan dinî, kültürel ve coğrafi sebeplerden dolayı etkilenmiştir.

Arapçadan etkilenmiş çünkü Kur’an’ın dili Arapçadır. Farsçadan etkilenmiş çünkü Selçuklular İran zemini üzerinde devletlerini kurmuşlar. Ayrıca bizler Türkistan’da Müslümanlığı Farsça bilen alimlerden öğrendik. Bundan dolayı günlük dilimizde çok fazla Farsça kelime vardır.

Abdest, namaz ve oruç gibi kelimeler Arapça değil Farsçadır çünkü biz dini Farsça bilen insanlardan  öğrendiğimiz için  şu an Farsça kelimeleri kullanıyoruz. Yani ilahiyat hocaları bile salat kelimesi yerine namaz kelimesini kullanıyorlar çünkü din dilimiz böyle teşekkül etmiştir.

Bir dil tarihi bir macera yaşıyor ve sizin zamanınıza kadar geliyor. Siz de ondan yabancı kelimeleri ayıklayacağım diye esasen arka planında dinî unsurlar olan kelimeleri atmak istiyorsunuz, esası bu işin. Bir medeniyet taşıyıcısı olan Türkçenin   medeniyet tarafını ortadan kaldırıp; Türkçe, Batı medeniyeti dairesine sokulmaya çalışılmıştır.

Bilindiği üzere 1. Dil Kurultayı; Türkçeyi, Hint Avrupa dil ailesindendir diye kabul etmiştir. Halbuki Türkçe’nin Hint-Avrupa Dil ailesinden olması mümkün değildir çünkü Türkçe sondan eklemeli bir dildir. Bunun biz Avrupalıyız diyebilmek uğruna yapılmış olduğu aşikârdır.

Bunu ilerleyen süreçlerde biz ırk olarak da Avrupalılar gibi Ari ırkındanız  gibi söylemler takip etmiştir. Bu iddialarını Avrupalı bilim adamlarına ciddi bir şekilde kabul ettirmek için anlatsalar da onlar bu iddiaları ciddiye almamışlardır.

Dil meselesindeki problemin asıl kaynağı; çocuklarımızın, uydurma kelimeleri ders kitapları yolu ile öğrenmeye mecbur edilmesidir!..

Dil meselesindeki problemin asıl kaynağı Millî Eğitim Bakanlığı tarafından hazırlanan ders kitaplarıdır. Bakanlık, bu uydurma kelimeleri ders kitaplarına yerleştirerek çocukları bu uydurma kelimeleri öğrenmeye mecbur etmiştir.

Her nesil yeni bir dil öğreniyor Türkiye’de. Yeni kelimeler icat ediyorlar, onları okul kitaplarına sokuyorlar, çocuklar o kelimelerle yetişiyor, ondan sonra babasının kelimelerini unutuyor. Bir sonraki nesil yine aynı akıbete maruz kalıyor. Hâlâ bu devam ediyor.

Şimdi yayımlanan ders kitaplarında bile yerleşik kelimeler dışında uydur kaydır yeni kelimelere rastlıyoruz. Bu dil meselesini birileri nasıl oluyorsa devlet cihazını kullanarak sürdürüyor.

Ülkemizde; dil verimli toprağını kaybettiği için şiirin zor elde edildiğini ve gerçek bir şiir için sağlam bir dil arayışı içerisinde olmak gerektiğini belirtiyorsunuz. Türk şiiri denilince yakın dönemden birçok isim aklımıza geliyor. Ama hem günlük dilde hem de siyaset konuşmalarında konuşmacıların okuduğu şiirlerin yazarları şu an hayatta değiller. Kısacası günümüz Türk şiirinin geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz?

Elimden geldiği kadarıyla edebiyat dergilerini takip etmeye çalışıyorum. Lakin çok fazla edebiyat dergisi olduğu için hepsini takip etmek pek mümkün olmuyor. Şiir dilinin bizde hâlâ muhafazakâr olduğunu söyleyebilirim.

Şairler biraz önce üzerine düşmüş olduğumuz konunun farkındalar. Uydurma dille sağlam bir şiirin olmayacağını biliyorlar. Yani şiir dilimiz çok fazla aşınmaya maruz kalmamış diyebilirim. Roman ve hikâye  gibi edebiyat dilinde de aslında bu durum geçerlidir. Fakat akademi diline gelince burada ciddi bir sıkıntı ile karşı karşıyayız.

D. Mehmet Doğan / Fotoğraf: İnsaniyet

İddia ediyorum: Öz Türkçe ile arı dille yazılmış şaheser yok. Ne şiirde ne hikâyede ne romanda ne de fikirde

Toplum olarak büyük şairler yetiştirmişiz. Dil inkılabından sonra da önemli şairlerimiz yetişmiştir. Ama bunlar ekseriyet olarak dil konusunda tutarlı olmuşlardır. Yani şiir dilini muhafaza edenler ve o zengin dil üzerinde bir şeyler ifade etmeye çalışanlardır. Örneğin Arif Nihat Asya ve Abdürrahim Karakoç gibi aktüelleşmiş şairler dil zenginliği muhafaza edenlerdir. Bunların gücü de dilden gelmektedir.

Dili kaybeden büyük şair olamaz. Öz Türkçe ile yazılmış, arı dille yazılmış şaheser yok. Şiirde de yok, hikâyede de yok romanda da yok, fikirde de yok. Bunu iddia ediyorum.

Hocam şahsen Mustafa Kutlu’nun bende ayrı bir yeri vardır. Hemen hemen çıkarmış olduğu tüm kitaplarını okudum. Sizin kendisi ile oda arkadaşlığınız olduğunu öğrendik. Peki unutamadığınız birkaç Mustafa Kutlu hatırası var mıdır?

İkimiz de 1947 doğumluyuz. Kendisi ile 50 yılı aşan bir dostluğumuz var. Kendisi ile ilgili en önemli hayranlığımı sizinle paylaşmak isterim. Kendisinin hızlı ve bir defada yazmasına hayranım diyebilirim. Mustafa’nın hikayeleri böyledir. Oturur bir defada yazar ve tekrar düzeltme ihtiyacı da hissetmez. Yazarlar pek böyle değildir.

Mustafa Kutlu, hikâyelerini oturur, bir defada yazar ve tekrar düzeltme ihtiyacı hissetmez

Öyle yazarlar vardır ki defalarca yazdıkları şeyin üzerinden geçerler. Mesela Yahya Kemal bir şiiri kırk yılda tamamladığını söylemiştir.  Mehmet Akif de aynı şekilde Asım adlı eserini yazarken sürekli üzerine çalıştığını  biliyoruz. Bence Kutlu’nunki Allah vergisi diyebiliriz.

Mustafa Kutlu’nun tüm eserleri gerçekten çok kıymetlidir ancak tüm kitaplarını okuyamayacak olanlar için Kutlu’yu tanıyabilecekleri üç kitap önerebilir misiniz?

Mustafa Kutlu’nun kitapları hakkında birkaç defa yazı kaleme almışlığım vardır. İlk olarak “Yokuşa Akan Sular, İkinci olarak “Yoksulluk İçimizde”  ve son olarak  “Ya Tahamül ya Sefer” eserlerini önerebilirim. Önermiş olduğum kitaplar 1970’li, 1980’li yılların kitaplarıdır. Kutlu, daha sonra meddah tarzında hikayeler yazmaya başladı. Yani kendisinin de hikâyeye dahil olduğunu görüyoruz.

Cumhurbaşkanlığı Millet Kütüphanesi Cihannümâ Salonu / Fotoğraf: https://mk.gov.tr/icerik/detay/cihannum-salonu#lg=1&slide=3 adresinden alınmıştır.

Sizin kitaba ve kütüphaneye çok değer verdiğinizi biliyoruz. Bu konu hakkında çok sayıda yazınız bulunmaktadır. Bir yazınızda ödül töreninde eğer konuşma imkânım olsaydı kütüphanelere gereken önemin verilmediğini başkentin bu konuda çok yetersiz olduğunu ifade ederdim diyorsunuz. Son dönemlerde kütüphanelerle ilgili güzel adımların atıldığını görüyoruz. Buna Millet Kütüphanesinin kurulması, İstanbul’da Rami Kışlasının kütüphaneye çevrilmesi ve belediyelerin öncülüğünde kütüphanecilik faaliyetlerinin desteklenmesini örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu ile ilgili güncel bir durum değerlendirmesi alsak?

Belli başlı başkentlerde büyük kütüphanelerin olduğuna ve bunun sadece Batı’da olmadığına Moskova ve Tahran’da da olduğuna lakin Ankara’da olmadığına veya neden olmadığına yönelik çeşitli yazılar kaleme aldım. Dönemin belediye başkanının kitaba ve kütüphaneye olan alakasızlığından dolayı böyle bir işe giriştim.

Son yıllarda Ankara’nın Mamak Belediye’sinin 20’ye yakın kütüphane açtığını öğrendim. İstanbul’da Fatih ve Zeytinburnu belediyelerinin kütüphanelerle ilgili güzel çalışmaları var. Bir kısım öne çıkan belediye kütüphaneleri okuma salonu olarak işlev görüyor.

Dışarıdan bakıldığında çocukların ders çalıştığı bir ortam olarak görülse de kütüphanelerin bu hizmeti de vardır. Kütüphanenin sıcak bir ortamda çocuklara ders çalışma imkânı sağlaması kadar doğal bir şey olamaz.

Kütüphanelerin çocuklarımızın ders çalışma konusunda şevklerini artırdığı da ifade ediliyor. Aynı zamanda kütüphane ortamı sosyalleşme imkânı sağladığı için gençler tarafından çokça tercih ediliyor. Son zamanlarda bazı kütüphanelerin çay ve çorba gibi ikramları gençler için memnuniyet vericidir.

Millet kütüphanesinin açılması kütüphanecilik tarihimizin en mühim hadiselerindendir

Millet kütüphanesinin açılmasını kütüphanecilik tarihinde en mühim hadiselerden biri olarak görmekteyim. Bizde ilk millî kütüphane olarak adlandırabileceğimiz kütüphane, İstanbul’daki Beyazıt Kütüphanesidir. Zengin bir koleksiyona sahiptir.

İkincisi ise 1949 yılında ancak açılabilen Ankara’daki Millî Kütüphanemizdir. Türkiye Cumhuriyeti millî kütüphanesini 1949 yılında açabildi. Millî Kütüphanenin açılması elbette çok mühimdi ama  Millî Kütüphane uzun bir süre çok zengin bir koleksiyona sahip olamadı. Fiziki şartları da buna engel oldu. Millet Kütüphanesi ise Türkiye’deki  en zengin  koleksiyona sahip kütüphane olarak açıldı.

Millet Kütüphanesi âdeta bir kütüphane külliyesi gibi

Ayrıca Millet Kütüphanesi fiziki olarak da çok elverişli bir alana sahip olması açısından önemlidir. Okuma salonları, münferit çalışma alanları, konferans salonları ve sosyal alanları açısından oldukça zengin bir yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Âdeta bir kütüphane külliyesi gibi işlev gördüğünü söyleyebiliriz.

İstanbul’daki Rami Kışlasının kütüphaneye çevrilmesinin de kütüphanecilik tarihimiz için kayıt düşülmesi gereken önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar