1. Anasayfa
  2. Söyleşi

Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödüllü Yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile Sohbet

Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödüllü Yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu ile Sohbet
1

Bazı isimler sizi geçmişe götürür, tarihe, marifete, medeniyete, asırlar öncesine götürür. Onunla beraber olmaktan, eserlerini okumaktan, sohbetini dinlemekten hatta ve hatta adını bile anmaktan büyük bir manevi zevk duyarsınız. İşte Belkıs İbrahimhakkıoğlu bunlardan biri.

Bir eğitim çalışması vesilesiyle gerçekleşen vicahi tanışmamız bizi böylesi bir sohbete götürdü. Ve istedik ki siz kıymetli okuyucularımız da bunlardan haberdar olasınız. Söyleşimiz üç bölümde yayımlanacaktır.

Buyurun yolculuğa…

Efendim, sizleri biraz ayrıntılı tanımak istedim fakat yeterli bilgiye erişemedim, sizce de uygun olursa bize kendinizi biraz geniş ve kapsamlı olarak tanıtabilir misiniz?

Karşılaştığım en zor sorulardan biri budur, yani kendimi anlatmak. Annemin memleketi olan Erzurum Aşkale’de doğmuşum. Babamın sanatkâr bir ruhu vardı. Şairdi, resim yapardı, altmış yaşından itibaren hat sanatıyla meşgul oldu. Gazelhandı, çok uzaklardan yankılanan davudî bir sese sahipti. Annem tam bir Anadolu kadınıydı, hizmet ehli, sessiz analardandı. Güzellikler karşısında duyduğu coşkuyu içinde taşırdı.

Selahaddin Eyyübi’nin evi. Kudüs
Selahaddin Eyyübi’nin evi. Kudüs

Babam çeşitli memuriyetlerde görev yaptı. Ben ilkokula, babamın Diyarbakır Ergani Öğretmen Okulu’nda memur olduğu dönemde başladım. Sonra Erzurum’a geldik. Babam eski köy Enstitüsü’nden dönüşen Yavuz Selim Öğretmen Okulu’nda kütüphane memuruydu. Kendi imkânları ile cilt yapmayı öğrendi. Masraflarını maaşından karşılayarak kütüphanenin bütün kitaplarını ciltledi ve harap olmaktan kurtardı. Lojmanda kalıyorduk. Kampüste ilkokul yoktu, Ilıca nahiyesine gidiyorduk, ara sınıflara orada devam ettim. Sonra kampüste okul açıldı. 5. sınıfı orada tamamladım. Okul yeni açıldığından müstakil bir binası yoktu, bütün sınıflar aynı odada ders yapıyorduk, dar imkânlara rağmen halimizden hoşnuttuk. Orada bitirdim ilkokulu. Ortaokul ve liseyi Erzurum’da; Erzurum Kız Ortaokulu ve Erzurum Lisesi’nde okudum.

Lise yıllarımdan bir kare…
Lise yıllarından bir kare…

Üniversite hayatım biraz dalgalıydı, çünkü çok değişik heveslerim vardı. Aileden gelme bir damar olsa gerek, güzel sanatlara merakım vardı. Resim, müzik, özellikle de edebiyata ilgi duyuyordum. Çünkü edebiyatın çok konuşulduğu bir evde büyüdüm. Babamın dostlarıyla birlikte çok güzel sohbetleri olurdu. Sohbet genellikle tasavvufî konular etrafında şekillenir, tekke ve divan edebiyatından örneklerle derinleşirdi. Yine bu kanaldan tarihle bağlantılar kurulurdu. Onları kapı aralarında dinleye dinleye büyüdük, çok güzel insanlar tanıdım bu vesilelerle. Sonra da üniversitede önce nereye gideyim diye düşündüm.

İstanbul’da o zamanki ismiyle Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık imtihanlarına girdim. Şimdiki aklım olsa resim bölümünü tercih ederdim. Sınavda teorik olarak zor sorular vardı. Bunları lise mezunu bir öğrencinin, hatta lisans eğitiminin başındaki bir öğrencinin cevaplaması pek mümkün değildi. Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin cevaplayacağı akademik sorulardı. Resim barajını aşmıştım, ama teoride takıldım. Haliyle orası olmadı. Üniversite giriş puanlarım epey iyiydi. İstediğim bölüme girebilirdim fakat heveslerim galiba dağınık, aklım savruktu. Sonunda edebiyata olan merakım galip geldi, İstanbul Üniversitesi’nin Arap- Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kaydımı yaptırdım.

Vekil öğretmenlik yaptığı yıllardan bir fotoğraf.

O yıllar maalesef Türkiye’nin zor zamanlarıydı. Anarşinin olduğu, memleket evlatlarının birbirlerine karşı düşman ettirildiği, emperyal oyunların sahnelendiği, çok şiddetli çatışmaların olduğu zamanlardı. Ben yurtta kalıyordum, ailem Erzurum’daydı. Ailesinden hiç ayrılmamış biri için yurt hayatı pek sevimli değildi. Anarşi sebebiyle okul hayatında da düzen yoktu. Sabırsız davranıp Erzurum’a, eve geri döndüm. Ertesi sene tekrar üniversite imtihanına girdim ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandım, orada bir sene okudum.

Benim okuduğum dönemler Siyasal Bilgiler Fakültesinde hızlı devrimcilerin olduğu zamanlardı. Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların, Abdullah Öcalanların dönemiydi. Abdullah Öcalan çok da ciddi birisi değildi. Aslında bu davalar dışarıdan güdülmese ve gerçek bir dava olsa, belki de zaman içinde pusula doğru istikamete yönelebilirdi. Meselâ Kürt olan Hüseyin Cevahir yiğit bir çocuktu. Davasına gerçekten inanmıştı, ama onu öldürdüler. Aslında Türkiye’deki hadiselerin nerelerden idare edildiğinin de açık göstergeleri vardı.

 

Necdet Yaşar ile…

Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken okulun yurdunda kalıyordum. Neredeyse her Allah’ın günü hadise çıkarılıyordu. Sürekli baskınlar oluyor, farklı düşüncelerdeki öğrenciler şiddete maruz kalıyordu. Meselâ yurtta oruç tuttuğum için bundan rahatsızlık duyanlar oldu. Ben de bunlardan çok rahatsız oldum. O zamanlar da (1970’li yıllar) ailem İstanbul’a taşınmıştı. Ben de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne nakil yaptırdım, çünkü iki fakültenin ortak dersleri çoktu.

Benim İstanbul Üniversitesi’ne nakil yaptırmam bile problem oldu, sağ sol meselesine döndü. Allah gani gani rahmet eylesin, İktisat Fakültesi’nde hem hemşehrimiz hem aile dostumuz olan Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu hocamız önemli bir sosyolog ve ilim adamıydı. Bu isimler tek tek bilinmiyor, zikredilmiyor. Benim nakil işimde ağırlığını koymuştu. Beni tanımadan, sırf Fındıkoğlu’na muhalefet etmek için nakle karşı çıkan sözde solcu hocalardan biri bana, “Sen Marx’ı okudun mu, Marx’ı?” diye sormuştu. Ben de “Hocam ben nereden geliyorum? Siyasal Bilgiler’den geliyorum. Elbette Marx’ı okudum” diye cevap vermiştim.

Böyle trajikomik bir süreç idi. Nihayetinde ikinci sınıfta nakil oldum, önceden aldığım derslerimi saydılar ama senemi de yediler. Zaten iktisat da mizacıma uygun değildi ve sevmedim. Bugünkü şuurum olsaydı İdris Küçükömer, Sabri Ülgener gibi çok önemli hocaların ders verdiği bir okulda okuyabilirdim ama yapamadım. Nedense kalbim sanatı, edebiyatı daha çok istiyordu. Bu nedenle çok fazla ısınamadım.

Babam memurdu ve emekli olmuştu. Ben de mâli bakımdan aileme yük olmak istemiyordum, galiba okulu benimseyemeyişimde bunun da etkisi oldu. Fakülte hayatımı hem okuyarak hem çalışarak geçirdim. Önce posta hizmetlerinin gelen giden servinde işe girdim, sonra Allah gani gani rahmet etsin, Beyoğlu 6. Noteri olan halaoğlumun yanında çalıştım. Bir ara da Topraksu’da görev yaptım.

Hâsılı kelam, okulu bir öğrenci hissi ile bitirmedim hem çalıştım hem de bitsin duygusu ile okula devam ettim. Gönlümde hep bir eksiklik vardı: Ben eski edebiyat üzerinde durmalıydım. Beni asıl mutlu edecek ve gerçekten verimli eserler verebileceğim bir alandı ama o da dediğim gibi biraz cahillikten, gençliğin verdiği havailikten ötürü olmadı. Okulu bitirdikten sonra eşin dostun tavassutlarıyla çok iyi iş imkânları oldu ama ben iş bakımından da iktisatın olduğu bir dünyada bulunmak istemiyordum. Gözüm hep edebiyata takılıyordu. Sonunda bir vesileyle Türk Edebiyat Vakfı kurucusu Ahmet Kabaklı ile nasip oldu tanıştım ve orada çalışmaya başladım. Benim çalıştığım yıllarda vakfın mali imkânları çok sınırlıydı, ama heyecanımız vardı. Uzun zaman vakfın ve derginin yöneticilik dahil, daha çok da hizmetkârı olarak her işini yüklendim. Hoca rahmetli olduktan sonra kısa bir süre daha devam ettim ve ayrıldım.

Ahmet Kabaklı ile bir kare…

2017’de Kudüs’e gittik. Orada gördüklerimiz bizi çok etkiledi. Başka bir Kudüs gördük, olağanüstü güzellikteki bu mübarek şehre gafletin ve zulmün gölgesi düşmüştü. Gitmeden önce Kudüs, sanki eski bir hatıra gibi içimizde bir yerlerde saklı kalmıştı. Ama onu heybeti ve çilesiyle karşımızda görünce sarsıldık. Müslüman olarak, insan olarak ne yapmamız gerektiği hususunda sanki bizi uyarıyordu. Orada Filistinli kardeşlerimizin nasıl zulme uğradıklarına, buna rağmen dimdik ayakta durduklarına şahitlik ettik. Bunun üzerine biz de bir şeyler yapmak istedik ve bu meseleyi evrensel boyutlarda dile getirebileceğimize inandık. Kapalı bir devre gibi sadece slogandan oluşan bir dava haline getirmemek gerekiyordu. Bunun üzerine Kudüs Platformu’nu kurduk.

Kudüs Platformu Başkanı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Emine Erdoğan’a plaket takdim ederken…

Gençler siz başımızda olun diye ısrar edince başkanlığını yürüttüm. Sonra rahatsızlıklarım başlayınca biraz ara verdim ama gönül bağımı sürdürmeye devam ettim. O çalışmaların içinde bulunan arkadaşlarımızla ilişkimizi kesmedim. Böyle bir hayat işte, aslında fazla anlatacağım bir şey de yok…

 Yazma serüveniniz ne zaman ve nasıl başladı?

 Yazmaya çok küçükken başladım. Ailemde edebiyat sohbetleri çok edilirdi, kulaklarımız doluydu. Ben de o yaşlarda çok kitap okuyordum; özellikle Kemalettin Tuğcu’nun tüm kitaplarını okudum, masallar okudum. Şimdi hangi yayınevinden çıktığını pek hatırlamıyorum. Sayfaları sıradan saman kağıtlarına basılıydı. Bugünün albenili kuşe kağıtlarındaki gibi göz alıcı değillerdi ama bizi hayal dünyasına çeken, çok güzel kitaplardı.

Ağabeyim Feyyaz, ablam Şehvar ve ben…

Babam kütüphane memuruydu, oyuna fazla zaman harcamazdım. Onun yanına gidip kitap okuduğumda ister istemez bazı karalamalar da yapıyordum. Kitaplar arasında kaybolurken bir şeyler karalama arzusu duyuyorsunuz. Ayrıca kendimce şiirler de yazıyordum. Hatta çocukken bir çocuk romanı yazmıştım. Rahmetli bir aile dostumuz bunu görünce hayret etmişti. Galiba bu bir aile adeti idi. Rahmetli babam da böyle yapardı; onun da yazdığı şiirleri, düşünceleri, denemeleri, makaleleri vardı ve saklamazdı. Belki ondan gördük. Ben de yazdığım hiçbir şeyi derli toplu saklamadım. İçimden geldiği gibi yazdım attım, yazdım attım.

Lise yıllarımdan komik bir hatırım da var: Erzurum Lisesi, aniden aramaların yapıldığı çok disiplinli bir okuldu. Bu aramaların birinde yazdığım bir şiiri hoca aldı. O zaman çok mahcup olmuştum. Halbuki şiirden mahcup olunur mu? Hoca da antika bir adam, şiiri neden aldığına anlam vermek mümkün değil. Sigara değil ki bu, şiir. Eve gelince ressam olan Fehim ağabeyime olanları anlattım. Şiiri, şu anda adını hatırlayamadığım bir gazetede kendi ismiyle yayımlamasını rica ettim. Ağabeyim de mahcup ve üzgün durumumu görünce bu şiiri mahalli bir gazetede yayımladı.

Daha sonra fakülteyi bitirip Türk Edebiyatı Vakfı’nda çalışmaya başlayınca ister istemez yazı hayatına da düzenli şekilde girmiş oldum. Türk Edebiyatı’ndan farklı dergilerde de yazılarım çıktı. Bir süre Yenişafak ve Akit gibi gazetelerde köşe yazarlığı yaptım. Sonra hasbelkader çocuklar için peygamber hikâyeleri yazdım. İbrahim Hakkı Hazretlerine dair aile hikâyelerinin yer aldığı Aşk ile An Seyretmek adlı nehir söyleşi tarzındaki kitabım yayımlandı. Genç kardeşlerim gazetede ve dergilerde çıkan yazılarımı kitap olsun diye topladılar. Onlar çalıştılar, gayret gösterdiler ama benden dolayı bu çalışma hâlâ bekliyor.

Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunu olmak size bir yükümlülük getiriyor mu veya bu konuda neler hissediyorsunuz?

İbrahim Hakkı Hazretleri insanlığa ışık tutan mübarek zatlardandır. Sadece bir aile büyüğü olarak veya Türk milletinin değeri olarak söylemiyorum. Bu zatların yazdıkları eserler bütün insanlığa ayna olan ve geleceği aydınlatan eserlerdir. İsmini taşıyor olmanın insana yüklediği bir sorumluluk elbette oluyor. Allah gani gani rahmet etsin büyüklerimiz bizleri edepli olma, haddimizi bilme konusunda sık sık uyardılar. ‘Haddinizi bilin’ diye tembih ettiler çünkü Hazretin isminden dolayı insanların teveccühü vardı, çok hürmetli davranırlardı. Büyüklerimiz ‘sakın ola bunu kendinize atfetmeyin’ derlerdi. Bu dedenize duyulan saygıdır. Kendinizi de ona göre ayarlayın, ona layık olun, davranışlarınıza, sözlerinize dikkat edin diye uyarırlardı. O bakımdan soy ismini taşıdığımız bir zatın ruhaniyetine gölge düşürmemek gerekir. Bir sorumluluktur bu. İnsanlar inciniyorlar ve sizden bu zatlara layık davranışlar bekliyorlar, aksi davranışlar görünce ister istemez üzülüyorlar. Böyle bir sorumluluğu var ama tabii ki insanız ve her koyun kendi bacağından asılır. Bir zatın torunu olmak marifet değil zaten, öyle bir şey olsa bir peygamber olan Hz. Nuh’un evladı adam olurdu. Bir zatın torunu olmak, eğer şuurunda değilsen, senin de mükemmel olduğunu göstermez. İsmail Fakirullah Hazretleri bunu, “Anlarsa uzağım yakınımdır, anlamazsa yakınım uzağımdır” diye veciz şekilde ifade etmiş.

Darülaceze’de çocuklarla…

Herkes kendi davranışlarından, amellerinden mesuldür. Cenabıhakk’ın huzuruna falan zatın torunu, filanın oğlu kızı olarak çıkmıyoruz. Bunu büyüklerimiz bize çok iyi benimsettiler, zihnimize yerleştirdiler. Ama şunun sorumluluğunu çok duydum; İbrahim Hakkı Hazretleri üzerinde ciddi çalışmalar yapmalıydık, bunu yapmadık. Bu gerçekten bizim için üzücü bir durumdur çünkü kulaklarımız doluydu, bir de herkesin bilmediği şeyler vardı. Dilden dile şifahi kültür olarak nakledilmiş hikâyeler vardı. Bunu yapamadık. Bu hususta en ciddi çalışmayı rahmetli Mesih Amcam yaptı. Ben karınca kaderince Aşk ile An Seyretme isimli kitapta bir nebze olsun bunlara dokundum ama yeterli değil. Mümkün olursa Aşk ile An Seyretme kitabımı da genişleteceğim. Allah nasip ederse ilahiyatçı genç hanım dostların teklifiyle İbrahim Hakkı Hazretlerinden Seçmeler gibi bir kitap düşünüyoruz. Allah izin verirse o sorumluluğu yerine getirmiş oluruz inşallah.

 

Dr. Fatma Somuncuoğlu 1976’da Ankara’da doğdu. Ankara Çubuk İmam Hatip Lisesini 1994’te bitirdi. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1999’da mezun oldu. 2003’te aynı üniversitede Din Felsefesi alanında Hilmi Ziya Ülken’in Tarihi Maddeciliği Eleştirisi tezi ile yüksek lisans eğitimini tamamladı.  2006’da Aydın’ın Söke ilçesine din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni olarak atandı. Ankara’da farklı okullarda öğretmenlik yaptı. 2015’te Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğünde, açık lise ve açık ortaokul öğrencilerine yönelik din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitaplarının yazımı ve dijital içerikler için senaryo yazarlığı görevlerinde bulundu. 2022’den beri Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığında çalışmaktadır. İstanbul’da düzenlenen 8. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi’nde (2016) İş Güvenliği Kültüründe Çalışanların Kader Anlayışları konulu bildirisi, 9. Uluslararası İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi’nde (2018) Tevekkül Anlayışının Güvenli/Güvensiz Davranışlar Üzerine Etkisi konulu poster sunumu ve akademik bir dergide yayımlanmış Spinoza ve Kötülük Mektupları konulu makalesi bulunmaktadır. 2023’te Din Felsefesi alanında Panteizm ve Kötülük Problemi tezi ile doktora eğitimini tamamladı.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yorumlar (1)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir