Hz. Ömer (r.a.)’in hutbeyi kesip İran cephesinde çarpışan Sâriye isimli komutanına “Ya Sâriye! El-Cebel (dağa), el-cebel (dağa) sırtını yasla” şeklinde verdiği taktik aslında zahiri manası yanısıra derin anlamlara işaret eder: Dağlara, dağlara çekilin der.
Dağlar, yeryüzünün direkleri.
Kur’an-ı Kerim’de “Biz, yeryüzünü bir döşek, dağları da birer kazık kılmadık mı?” (Nebe, 78/6-7) buyruluyor.
Dağlar Cebel-i Nur, Hira mağarası.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvete uygun bir kıvama gelinceye dek uzun geceler tefekkür ettiği mekanlar.
Dağlar insanın iç alemi. İnsanın kendi âlemine çekilerek yaptığı tefekkür.
“Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır”buyruğuna mekan olacak yerler.
Bu buyrukta her insan, her kitap bir çiçek. Mümin bir bal arısı. Dağlar ise birer kovan.
İnsan, çiçeklerden kırıp incitmeden topladığı nektarları işlemek için kendi kovanına çekilmeli.
Rabbi için kendi dağında hazırladığı özgün balını/kulluğunutakdim etmeli.
İbn Tufeyl, Hayy bin Yakzan’da insanın kendi yalnızlığında bulabileceği bu derinliği anlatır. Yunus Emre “İlim kendin bilmektir” der.
Bütün gönül ehli aynı şeyi söyler.
İnsanın Rabbine iki yolu var: Biri kurbiyet, diğeri akrebiyet.
Kurbiyette insan kendi çabasıyla merdiven basamaklarını sabır ve azimle tek tek çıkar.
Bu yolda farzlar, nafileler, akıl ve kalp ona yardımcı olur.
Akrebiyet ise aklın ve kalbin el ele yürüdüğü yolun sonundaki bir asansördür, buraktır, miraçtır.
Burada Allah Teâla kuluna sınırları kaldırır. Hadis-i kutsi’deki “Ben onun gören gözü, işiten kulağı, gören gözü olurum” cümlesi bu hakikati tarif eder.
Dağlar bu tecerrüt mekanlarıdır.
Dağlar, Rabbimizin büyüklüğünü; dünyanın, insanların ve uğruna kavga ettiğimiz şeylerin küçüklüğünü anlatır.
Tekâsürün, şan ve şöhretin zirveleri kapladığı bu çağda dağlar her zamankinden daha yüce olmalıdır.
Böylece Hz. Ömer (r.a.) sadece Sariye’ye değil, kıyamete kadar nefis ve şeytanla yaptığımız cihatta hepimize bir taktik vermiş olmaktadır:
“Ey Müminler! Dağlara, dağlara yaslanın.”