Söyleşi
Yazar Mustafa Çiftci: Aşk, yoksulluktan daha kavidir
Gönül Dağı’nın, taşraya bakan ama hor bakmayan, taşrayı tanımlayan değil anlamaya çalışan bir bakışı olsun istedik. Ayrıca gizli bir akarsu gibi derinden akmaya devam eden sevda, yoksulluk, iyimserlik kendini hissettirsin istedik. Senaryo ekibi de aynı kafada olunca güzel iş çıkıyor ortaya hepsine şükran borçluyum.
EKLENDİ
-:
Yazar:
Nil GülsümMustafa Çiftci, Türk edebiyatının son dönemde öne çıkan yazarlarından. Türkçenin işlenmiş hâliyle, sıcak ve sarmalayan hikayeleriyle kısa sürede geniş bir okur kitlesine ulaşan Mustafa Çiftci, şimdi de eserlerinden ilham alınarak çekilen ‘Gönül Dağı’ dizisiyle gündemde. Edebiyatın ve kültürün başkenti sayılan İstanbul’dan veya metropollerden değil, Yozgat’tan okurlarına seslenen Mustafa Çiftci ile edebiyatı, aşkı, yoksulluğu ve memleketi konuştuk.
Hikaye yazmaya başlamanızın hikayesi nedir?
Benim hikaye yazmam göreceli olarak yenidir de hikaye anlatmam eskidir. Arkadaşlarıma, yakın çevreme, aileme hep anlatırdım ben. Bu anlattıklarımı yazmam ise 2007 yılındadır. Sivas’ta yayınlanan Aşkar Dergisi’ne hikaye göndermemle başlar…
Türkümü ancak buradan söyleyebilecektim.
Yazar olmanın, hele de tanınan bir yazar olmanın şartlarından birisi olarak edebiyat mahfillerine yakın olmak görülür. Siz bunların çok dışında bir örneksiniz. Edebiyat merkezi sayılan yerlere uzakta kalarak başarılı ve bilinen metinler üretemeyeceğinizi düşündüğünüz oldu mu hiç? Ya da edebiyat ortamlarına uzaklığın zorluğunu yaşadınız mı?
Yaşadığımız çağda iletişimin pek kolay olması herhalde benim durumumu rahatlattı. Zaten rahatlatmasa bile benim yaşadığım yeri terk etmek gibi bir durumum yoktu. Bana edebiyat ortamları uzak da olsa yakın da olsa ben ancak buradan söyleyebilecektim türkümü.
Yozgat bana anne kokusudur.
Türk edebiyatının büyük ismi Sabahattin Ali de bir dönem Yozgat’ta yaşıyor ve bahsettiği Yozgat çok karanlık bir coğrafya. Şüphesiz bunda, o dönemki psikolojisi de etkili olmalı. Fakat sizin yazdıklarınızda şehrin ve insanının enerjisini, rengini, çağıldayan dilini görmek mümkün. Nedir bu farkı yaratan?
Sabahattin Ali buraya mecburen geliyor. Para lazım. Burada öğretmenlik yapması bu anlamda biraz “zorunlu ikamet” İnsan mecbur olduğu yeri sevemiyor. Bir de tabi alıştığı ortamı araması normal. Ben ise burada doğdum. Bu şehrin kokusu bana anne kokusudur. Düğünüm, cenazem buradadır. Benim burayla nefes almam tabi olanıdır.
Yakup kadri görmediği yaraya derman aramıştır.
Bir önceki sorunun belki de devamı sayılabilir; Yakup Kadri’nin Yaban’ı Türk edebiyatının önemli eserlerinden. Ve bir Anadolu köyünü anlatıyor. Ve bungun, loş bir atmosfer var. Oysa sizde öyle değil. Siz, Yakup Kadri’nin göremediği neyi görüyorsunuz Anadolu insanında?
Yakup Kadri’nin kahramanı Ahmet Celal taşrayı anlamak istiyor gibi midir? Anlama çabası olan birinin yazacağı şeyler değil onlar. İnsan “madem bu kadar sevmeyecektin neden geldin?” demek istiyor. Sevmek, anlamaya gayret etmek, sabırlı olmak lazım. İnsanların sizi kendinden bilip benimsemesi zaman alan bir şey. Şairin dediği gibi “dostuna yarasını gösterir gibi” olabilmesi için sizi dostu görmesi lazım. Gönüllü olarak size yarasını göstermeyen birinin durumunu nasıl anlatmaya kalkarsınız? Ya da şöyle söyleyelim; Size yarasını göstermeyen birine nasıl teşhis koyar çare üretirsiniz? Yakup Kadri de göremediği yaraya derman aramıştır. Yazık!
Edebiyatın malzemesi başlıca olarak dil. Ve sizin diliniz de sadeliğinin yanında alttan alta geleneksel sözlü kültürün işlenmiş halinden izler taşıyor. Bu dili nerden edindiniz veya eski tabirle iktisab ettiniz?
Bilmiyorum ki ‘dil’ gayret edilerek müktesebata dahil edilebilir mi? Bazı şeylerin gayretin gücü dışında doğuştan geldiğine inanıyorum. Bu durum da öyledir. Ama okuyan kişi zorlanmadan ne dediğimi anlasın istemişimdir her zaman.
Kullandığınız dilin zihinde bıraktığı bir tat var. Bu tat bir tarafıyla Kemal Tahir’in üslubuyla akraba bir tarafa sahip. Bu konuda ne dersiniz? O da Çorum ağzıyla ve konusunu Çorum’dan alan başarılı romanlar yazmış bir isim…
Yakın coğrafyaların dilidir. O sebepten benzer tat bırakması normaldir.
Bozkır çocuğunun belini sevda büker.
“Yoksulluk ve aşk” diyorsunuz “yazmama sebep”. Bu ikisinin Anadolu insanının ruhundaki anlamı yahut tesiri ne sizce?
Yoksulluğun sebebi hastalık, kıtlık, harp ve göçtür. Memleket çok uzun zaman bu dertlerden yakasını kurtaramamıştır. Yoksulluk bu açıdan bir sebep değil bir neticedir. Herkes her zaman az biraz yoksuldur. Uğruna türküler yakılan dertlerden biridir yoksulluk. Ama işin güzel tarafı bu memleketin çocuğu terbiyesini yoksulluktan değil dininden, geleneğinden almıştır. Yoksulluğu kendine hoca bellememiştir. Yoksulluğu birilerinin gözüne sokmamıştır. Bu haliyle yoksulluğu yaşamıştır. Yoksulluk töresi diyebiliriz buna.
Aşk, yoksulluktan daha kavidir.
Aşk ise yoksulluktan daha kavi bir meseledir. Bozkırın çocuğunun belini yoksulluk bükmez ama sevda büker. Yoksullukla korkutamazsınız burayı. Çünkü yoksullukla yaşamasını bilir. Ama sevda soluk kesen, adamın böğrüne böğrüne vuran bir sancıdır. Baş etmesi zordur. Türküler, şiirler, ağıtlar, masallar hep sevda sancısına merhem olsun diye vardır. Ama herkes bilir ki sevdaya merhemi bulmak Lokman Hekim’ bile nasip olmamıştır. Biz de merhemsiz bu yaranın hikayesini anlatmaya talip olmuşuz. Rabbim mahcup etmesin.
Siz Yozgat’tan yazıyorsunuz ama Yozgat’ı değil, insanı yazıyorsunuz. Bu insana bakışınız tam olarak ne? Seviyor musunuz, anlıyor musunuz, hayran mısınız, merhamet mi duyuyorsunuz?
Umarım hepsi birden vardır. Seviyorum, anlıyorum, hayranım ve merhamet ediyorum diyebilirim. Hepsi birbirini besleyen duygular. Birini diğerinden ayıramam.
Hikayelerinizde sadece Yozgat yok. Bir de Ankara var. 1950’lerde başlayan şehirleşmeyle birlikte oluşmuş metropolde oraya göçen Anadolu insanının hâlini anlatıyorsunuz. Nedir bu halde sizi en çok ilgilendiren?
Göçün tek sebebi geçim değil. Farklı sebepleri var. Keşfettiğim her sebep beni daha çok anlamaya teşvik ediyor. Sadece karın doyurmak değil maksat. Burada olmayan ne varsa ona kavuşmak ümidi burada olan ne varsa ondan kurtulma ümidi var işin içinde. Hal böyle olunca kırk bohça gibi bir şey göç. Ve anlaması zaman alıyor.
Hemşehrileriniz sizi yazar olarak tanıyor mu? Yazarlığınızın yaşadığınız şehirde nasıl bir karşılığı var?
Tanıyorlar, yaptığım işi önemsiyorlar bu güzel bir duygu müteşekkirim onlara…
TRT’de yayımlanan ve kitaplarınızdan esinlenilerek hazırlanan Gönül Dağı dizisi çok beğeniliyor. En çok sahicilik, aşk, kaybolmayan iyimserlik ve umut işaret ediliyor. Yapmaya çalıştığınız, anlattığınız hikaye bu muydu?
Gönül Dağı’nın, taşraya bakan ama hor bakmayan, taşrayı tanımlayan değil anlamaya çalışan bir bakışı olsun istedik. Ayrıca gizli bir akarsu gibi derinden akmaya devam eden sevda, yoksulluk, iyimserlik kendini hissettirsin istedik. Senaryo ekibi de aynı kafada olunca güzel iş çıkıyor ortaya hepsine şükran borçluyum.
Annem sevmenin tılsımını yaşayarak gösterdi.
Annenizin kişiliğinizin şekillenmesinde büyük payı olduğunu biliyoruz. Neleri inşa etti anneniz sizde?
Annem sevmenin ne kadar tılsımlı bir iş olduğunu yaşayarak gösterdi. Sevmeyi belleyen kişi bir çok şeyi beraberinde öğreniyor. Sevmek çok öğretici bir şey. Aynı zamanda eksiklerinizi de severken görüyorsunuz. Hatır, gönül gözeten bir adam olmak sevdasına düşerseniz heybenize çok şey doluyor. Bununla beraber burada anlatamayacağım ana- oğul mahremiyeti içinde kalacak nice şeyler katmıştır annem bana. Bu vesileyle bir kere daha rahmet diliyorum.
Beğenebileceğiniz Gönderiler
Çok Okunanlar
- Düşünce-
Zafere İman: İsmail Heniyye
- Din ve Hayat-
Türkiye Diyanet Vakfı ve Projeler
- Düşünce-
Haksızlık Karşısında Dilsiz Şeytan Ol(Ma)Mak
- Edebiyat-
Aliya’nın Gölgesinden Yükselen Işık: el-Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif-I
- Edebiyat-
Bir Devrimcinin Ardından
- Edebiyat-
Gezgin: Burada Olmayan
- Edebiyat-
Ahmet Haşim ve Frankfurt Seyahatnamesi
- Edebiyat-
Aliya’nın Gölgesinden Yükselen Işık: el-Fatih Ali Hasaneyn Muhammed Şerif-II