Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Yine Yeniden Aşkla

EKLENDİ

:

1992 senesinde, nice tatlı hatıralar biriktirdiğim, kaderin Ceyhan sayfasını zorunlu rotasyon sebebiyle kapatıp, mezun olduğum Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine öğretmen olarak dönerken yepyeni bir sayfa açılıyordu benim için. Geçmişte talebeliğini yaptığım öğretmenlerimle birlikte öğretmen olmanın, aynı öğretmenler odasını paylaşmanın mutluluğunu yaşıyordum. Bir de öğretmenler odasında sigara içenler olmasa daha güzel olacaktı. Henüz kapalı mekânlarda sigara yasağıyla ilgili kanun çıkmamıştı fakat aklıselim herkes bunun ciddi manada kul hakkına girmek olduğunu biliyordu ya da bilmesi gerekiyordu. Kendi bedenlerinin de bir emanet olduğunu unutarak odamızı, havamızı, ciğerlerimizi kirletenler maalesef öğretmenlerdi. Bu sorunu gidermek için gösterdiğimiz gayretlerimiz kâr etmiyor, öğretmenler odası girilmesi sakıncalı oda hüviyetini devam ettiriyordu. Ben ve benim gibi bazı arkadaşlar da teneffüsleri ve ders harici vakitleri bazen idareci arkadaşların odasında, bazen kantinde, bazen de bahçede değerlendirmeye gayret ediyorduk.

Okula gelişimin üstünden henüz birkaç ay geçmişti ki müdür değişikliği oldu. Bir lise öğretmenim gitti, diğeri geldi. Gelen yeni müdür sadece öğretmenim değil aynı zamanda voleybol takımımızın koçu olan Faruk Özger Hoca idi. Voleybol takımının dört as oyuncusu daha önce müdür yardımcısı olmuşlardı. Benim de takımda olduğumu bilen arkadaşların ısrarı ve müdürümüzün emriyle ben de müdür yardımcılığına evet demek zorunda kaldım. Zorunda kaldım diyorum çünkü idarecilikte gözüm yoktu, iyi bir öğretmen olmaya gayret ediyordum. Bunun için de mesleki yönümüzü geliştirme gayretiyle, kıdemli öğretmenlerden Cemal Nar Hoca ile Arapça okumalar yapıyorduk. İdareciliğin heveslisi çoktu ama iyi öğretmen olmanın talibi o kadar yoktu. İdareciliğe “evet” dememin bir sebebi de; Ceyhan’da çalışırken tanıma imkânı bulduğum, güzel insan, Bekir Küçükoğlu Amca ile istişarem oldu. Bana: “İdareci olmayı sen mi istedin?” diye sordu. Ben de “Bilakis istemek şöyle dursun olmamak için uğraşıyorum” dedim. “Eh öyleyse teklifi kabul et, yardım görürsün.” dedi. O günden sonra bu tavsiye temel ilkem oldu. Hiçbir görevi talep etmedim. Hiçbir teklife de kolayına “hayır” demedim. Bu vesileyle çok ilahi yardımlar gördüm. Yine şunu da gördüm ki asıl suç idareciliğin değil, öğretmenlik sanatını unutup da kendine amirlik süsü verenlerinmiş.

İdareciliğin, okumalarımıza engel olacağından korkuyordum, maalesef korktuğum da oldu. Önceden düşünemediğim başka bir zararı da öğrencilerle olan ilişkimizin sekteye uğraması oldu. O zamana değin öğrencilerle çok iyi diyaloğum vardı. Ders harici programlarda ve sohbetlerde birlikte oluyorduk. Meğer öğrencilerde, idareci arkadaşlara karşı soğuk bir duruş varmış, ben de bundan nasibimi aldım. İdareci olur olmaz tüm sosyal aktivitelerden beni âdeta ihraç ettiler. Öğrencilerle top oynamak yerine, öğrencilerin topunu kesen idarecileri, öğrenci nasıl sevsin! Aslında okullardaki idarecilerin öğrencilerle ilişkilerinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiği hususu, tez konusu olmalı. İyi idareci olmak için kötü adam olmak şart mıydı, bunun ikinci bir yolu yok muydu? Varmış elbette ama benim bunu anlayabilmem için iki yıl geçmesi gerekiyormuş. Belki de öğrenciler bizi anladı demek daha doğru olacak. Bu hususu bir sonraki yazımda paylaşacağım inşallah.

Müdürümüz Faruk Özger, (mekânı cennet olsun) öğrencisi olmam sebebiyle birçok eğitim dışı işlerle benim ilgilenmemi istemişti. Fotokopi çekimi, arşiv sorumluluğu ve okul aile birliğinin formalite işleri sadece bunlardan birkaçıydı. On bin mevcutlu, üç yüz elli öğretmeni, yirmi sekiz idarecisi ve dört şubesi olan bir okul olunca hatırı sayılır ölçüde idari iş yükü oluyordu. O tarihte Kahramanmaraş’ta ortaöğretimde yirmi bin öğrenci vardı, yarısı bizim öğrencimizdi.

Sevmeyerek, kerhen yapmak zorunda olduğum birçok iş olduğu gibi, severek yaptığım işler de yok değildi. Daha önce üç sayı çıkartılan okul dergisi Dost’u yine müdür yardımcısı olan Duran Boz Hoca ile birlikte yeniden çıkartmak, benim için sevimli bir iş oldu. Usta kalemler ile filizlenen kalemlerin birlikteliğiyle, dergimiz Dost’a sekiz sayı daha eklemiş olduk.

Dost, ülke genelinde yayınlanan edebiyat dergileri arasında adından söz edilen bir dergiydi. Duran Boz, Ali Büyükçapar, Cemal Nar, Ramazan Pak, Hüseyin Bahar, Memduh Atalay, Üzeyir Karadöl, Ejder Okumuş ve Hacı Parlak gibi nice yazara ev sahipliği yaptı Dost dergisi.

1992 yılı, yenilerin yılı oldu benim için; yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni bir görev, yeni bir dergi ve yeni bir çocuk… Sabire Merve’mizle müjdelendik. Birinci çocuğumuz Zahit Gürkan’ın gelişiyle rahatlayan geçimliğimiz ikincisiyle hamd olsun hepten bereketlendi.

Kurumlar arasında il çapında düzenlenen voleybol turnuvasında İl Millî Eğitim Müdürlüğünü temsilen turnuvaya katıldık ve il birincisi olduk. Bu da elbette sevdiğim etkinlikler kapsamında idi.

1993’te askerlik görevi sebebiyle iki aylığına okuldan ayrı kaldım ve Burdur’un yolunu tuttum. Askerlik anıları anlatmakla bitmez ama ufak bir iki noktaya değinmeden edemeyeceğim: Askerliğim sırasında karşılaştığım birçok şeyi anlıyordum, en azından anlamaya çalışıyordum ama namazın yasak olmasını aklım almıyordu. İlk gün, ilk namaz ve ilk fırça; mola sırasında kuytu bir yerde çimlerin üzerinde ikindi namazının farzını kılıyordum, “Heeeeey!” diye bir ses… Bana bağırdığı belli ama namazı da bozacak değildim. Selam verince aynı kişi, aynı tonda bir daha bağırdı. Komutanımız üsteğmen bilmem kim… İsimler unutuluyor ama zulümler unutulmuyor. Yanına gidip “Buyur komutanım!” dedim. Daha “Emret komutanım!” demeyi öğrenmemiştim. Komutan: “O hareketi her yerde yapamazsın, o hareketin yapılacağı bir yer var” dedi. Nedense, adını çok iyi bildiği halde, “hareket” diyor, “namaz” demek istemiyordu.

Akşam tabur komutanımız olan yüzbaşıya gittim, “Komutanım namaz kılmak istiyorum.” dedim. Tabur komutanı “Kılabilirsin” dedi. “İkindi namazını kılarken üsteğmen bana kızdı” dedim. “Üsteğmen iyi bir insandır, namaza karşı olan biri değil” dedikten sonra; “Abdestin var mı, postalla kılar mısın?” dedi. “Evet” dedim. “Gel benimle” dedi. Mescit var da beni oraya götürecek sandım, yürüdük. Yürürken kendisinin de öğrenciyken gizli gizli çok namaz kıldığını anlattı. Namaza karşı değildi, bilakis namaz kılan biri olması beni cesaretlendirdi. Beni tepenin arkasına, kimsenin görmeyeceği yere götürdü ve “Ben bekleyeyim, sen de burada namazını kıl” dedi. “Komutanım siz beklemeyin, ben kılarım” dedim. Bundan böyle her namaz için izin almak yerine kendi çözümümüzü ürettik: “Yakalanma ve bildiğini yap” prensibi. Askerlik bitinceye kadar sabah ve yatsı namazı dışındaki namazları hep böyle kaçak kıldık. Sabah ve yatsı namazlarında sıkıntı yoktu, camiye gidiyor, cemaatle kılıyorduk. O saatlerde namazlarımıza engel olmaya çalışanlar evlerine çekildiği için meydan bize kalıyordu. Caminin ne kadar güzel bir mekân olduğunu askerlikte bir daha anlamış oldum. Bizim tabur “Hafif Tabur” diye biliniyordu. Bir de “Özel Tabur” vardı. Söylendiğine göre onların yüzbaşıları ateistmiş ama namaz kılmalarına karışmıyormuş. Yorumlaması çok zor; bazı Müslümanlarda ateist bir kimsedeki cesaretin olmamasını… İki aylık askerlik bana üç şeyin kıymetini öğretti: Dinimin, eşimin ve işimin…

İki aylık askerlik macerası sonrasında asıl işim olan öğretmenliğe kaldığım yerden devam ediyordum. Bakan Vehbi Dinçerler zamanında okula bilgisayar laboratuvarı açılmış ama bozulur endişesiyle bilgisayarların kılıfları bile çıkarılmamıştı. Müdür beyle görüşüp hem öğretmenler hem de öğrenciler için bilgisayar kursları açtık. Fakat bu çabamız ilk derste akamete uğramıştı. Çünkü bilgisayarlar demode olmuş, hiç kullanmak nasip olmadan müzelik olmuştu.

Bir gün dersi boş bir sınıfa gittim, öğrencilerle sohbet ederken hangi hocaların derslerine girdiğini ve hangi hocaları daha çok sevdiklerini konuştuk. Böyle bir konuşma belki doğru değildi ama şaşılacak bir duruma şahit oldum. Çok istifade edeceklerini umduğum bazı öğretmenleri öğrenciler sevmiyordu. Öte yandan en çok sevdikleri öğretmen de Kemâli Şişmanoğlu idi. Kemâli bey hastalığından ötürü tedavi görüyordu, çoğu derse de gelemiyordu. “Tabii sizin için en iyi öğretmen, derse gelmeyen öğretmen değil mi?” dedim. Öyle olmadığına yemin ettiler. “Peki, sebebini söyleyin” dediğimdeyse çok ilginç cevaplar aldım. Özetle; “Kemâli Hoca bize saygı gösteriyor, değer veriyor, bize büyük adammışız gibi davranıyor. Soru sorarken ‘Lütfen’ diyor. Konuşmamız bitince de ‘Teşekkür ederim’ diyor. Diğer hocalarımızdan bazıları ise bize hakaret ediyor, hayvan isimleriyle hitap ediyorlar, dayak atanları saymıyoruz bile” dediler. Gerçekten haklıydı öğrenciler. Peygamberimizsav’in; “İlim öğrettiklerinize saygı gösterin,” hadisini ve Hz. Ali’nin “Çocuklarınıza büyük adam muamelesi yapın,” tavsiyesini gençler biliyordu ama maalesef asıl bilmesi gereken öğretmenlerden bazıları bilmiyorlardı.

Biz genç öğretmenler olarak güzel örneklere öykünüyor, olumsuzluklardan etkilenmeden ve ümitsizliğe kapılmadan, yanlışlardan ders çıkartarak güzellikleri artırmaya gayret ediyorduk, dokuz köyden kovulma pahasına da olsa.

 

 

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar