Edebiyat
Yitiksöz 18 (Ağustos-Eylül 2023) Üzerine
Sanat, Edebiyat ve Düşünce Dergisi
EKLENDİ
-:
Yazar:
Murat Erdoğan
Yitiksöz, on sekizinci sayısıyla okurunu selamlıyor.
Genel Yayın Yönetmeni Sayın Duran Boz, “Tefekkür Mekânı Olarak Dergi” adlı editör yazısında düşüncenin boy vermesinde dergilerin yerini şöyle anlatıyor:
“On sekizinci sayımızla yeniden merhaba.
Yitiksöz kararlı yürüyüşüne devam ediyor. Şiirler, öyküler, söyleşiler ve yazılarla… Mübarek kurban bayramını yeni idrak ettik; büyük ve kurucu bir millet olmanın ancak “büyük bir kalp” taşımakla mümkün olduğunu da… Ve gönülden gönüle kurulan köprülerin hiçbir engel tanımadığını da… Her sayımıza yeni isimler katılmaya devam ediyor.
Yaşadığımız dünyaya “bir dağ havası” tazeliği taşıyan şair ve yazar Ali Göçer bu sayımızın konuğu. Dağ ve dergi, iki tefekkür mekânı olarak bir araya geliyor böylece. Emeği geçen herkese teşekkürlerimizi sunuyoruz. Daha güzel sayılarda buluşmak umuduyla…”
Yitiksöz-18’e şiirleriyle Ali Göçer, Cahit Koytak, Nurettin Durman, İbrahim Gökburun, Ali Sali, Mustafa Gök, Şakir Kurtulmuş, Cahit Küçük, Âdem Turan, Yasin Mortaş, Ekrem Elmas, Hacı Ahmet Sevgili, Mustafa Gök, Derya Kurtoğlu, Hüseyin Ümit Yavuz, Yasemin Kelkit, Mehmet Özer ve Ömer İzci katkıda bulunuyor. Ali Sali “Nefes” adlı şiiriyle nefes alıp vermenin ince duyarlılığını dile getiriyor:
Nefes
rüzgâra karışıp gider verdiğin nefes
sert çakmaktaşı değil çünkü
türkülerine ortak ettiğin ağaçlar
gözyaşı döktükleri bilinir
yapraklarıyla toprağı süsleyen
zenginleştiren toprağı
nehirlerin de söylenir büyüdüğü
kendi gözyaşlarıyla
keder içinde olmadıkları bilinir
büyüyüp yükseldiği
üzerlerine geçirdikleri libaslarında
dağıtırlar saçlarını köpükler hâlinde
karışıp gider rüzgâra verdikleri nefes
Yitiksöz-18’in öykücüleri arasında; Gülçin Yağmur Akbulut, İlknur Eskioğlu, Yavuz Ahmet, İsmail Kılınç, Emrah Atiş ve Ömer İzci yer alıyor. Ömer İzci “Mülteci” adlı küçürek öyküsünde yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalan insanların dramını anlatıyor:
Mülteci
“Bir ah kaldı dudaklarımda”
Ne zormuş şu yaşamak dedikleri;
her acıya şahit olup elsiz, dilsiz, güçsüz, mecalsiz kalmak…
Uzun cümlelerin acı veren geniş caddelerinden kısa kelimelerin yorgun ve daralmış
sokaklarına sığınmak!
Susmak, susmak, susmak…
Ve Öldürmek;
benliğini,
kendini,
sesini…
“Yollar bize memleket”
diyen şairin mısralarıyla gitmek.
Yollarda kaybolmak,
yollarda kaybetmek ve
yollarda bul(un)mak…
Yollar ki yitirdiklerimizin,
geride bıraktıklarımızın,
acılarımızın koyu, kopkoyu yalnızlığında tek yoldaşımız.
Yollar ki mezarlarımıza yurt, hatıralarımıza sığınak,
yaşamımıza umut oldu.
Zarfın içine sevinci koyan şair, üstüne acıyı nasıl pullamışsa öyle pullandık yollara!
Bitmek bilmeyen bir acının yakıp yıktığı, viraneye dönüştürdüğü hanelerden,
sokaklardan, mahallelerden, şehirlerden, ülkelerden çıktık yola… Geçmişe dair yüklendiklerimizi
sırtımızda, yüreğimizde, hatıralarımızda taşıyarak ve geçtiğimiz yollarda yer
yer dökerek yürüyoruz.
Her yokuşta biraz daha eksilerek, biraz daha yaralanarak, biraz daha ölerek…
Ve nereye gittiğini bilmeyerek.
Bilinmezliğin, belirsizliğin kayıp vadisinde, kurşunî gök kubbenin altında, elimizde
kalan son direncimizle; umutla yürüyoruz…
Ve geçtiğimiz tüm yerlerden bir isim damgalandı kimliğimize:
“Mülteci”
Deneme, eleştiri, anı ve değerlendirme yazılarıyla katkı sağlayan isimler şunlar: Fatih Ertugay, Mustafa Kara, Sercan Ceylan, Ömer Aksay, Mehmet Işık, Erol Çetin, Emel Karagedik, Hanife Ünver, Şener Öktem, Anıl Ersoy, Ahmet Melih Karauğuz ve Recep Ayık… Mustafa Kara “Nurettin Topçu ve Hz. Mevlânâ” adlı yazısında Nurettin Topçu’nun Hz. Mevlânâ’ya ilişkin değerlendirmelerine yer vermekte:
Nurettin Topçu ve Hz. Mevlânâ
“Dergâhlar sırlandığında İstanbul’da lise öğrencisi olan Nurettin Topçu’nun babası Erzurumlu, annesi Eğinlidir. Topçu daha sonraki yıllarda Fransa’da felsefe-ahlak alanında doktora yaparak yurda dönmüş ve kırk yıllık öğretmenlik hayatında cevabını aradığı tek soru muhatabı olan gençlere sunacağı hayat felsefesinin temel ilkeleri olmuştur1. Genel anlamda insanlık düşüncesinden, özel anlamda Anadolu irfanından beslenen bu ilkelerin başında dergâhlarda
yaşanan ve yaşatılan düşünce gelmektedir. Onun bütün eserlerinde bu arayışın ve sorgulayışın
cehdi ve gayreti vardır.
10 Temmuz 1975 tarihinde İstanbul’da âlem-i cemâle intikal etmiş olan Topçu’nun, düşüncelerine değer verdiği şahsiyetlerden biri de Mevlânâ Celâleddin Rûmi’dir.
Şimdi onun 60 yıl önce kaleme aldığı bir yazıdan bazı cümleler iktibas ederek bu tespitimizi delillendirmeye çalışalım.”
Yitiksöz dergisi 18. sayısında zengin bir Ali Göçer dosyası hazırlamış. Vefa Taşdelen, Ali Ulvi Temel, Arif Ay, İbrahim Demirci, Necip Evlice, Ertan Örgen ve Ethem Erdoğan dosyaya yazılarıyla katkıda bulunmuş. Arif Ay, “Ali Göçer’in Kara Yazıları” adlı kitabı üzerinde yoğunlaşıyor:
“Nuri Pakdil “Bağlanma” adlı kitabında: “Acının her şeye egemen olduğu bir çağda yaşıyoruz: en çok insan öldüren bir çağ çünkü bu” der.
Ali Göçer’in Kara Yazılar adlı kitabını okurken anımsadım Nuri Pakdil’in bu cümlesini. Göçer’in EDEBİYAT dergisinde yayımlanan denemelerinden oluşan Kara Yazılar, yazarın çağa ve insana bakışını içerir. Deneme türünün güzel bir örneğini ortaya koyan Ali Göçer, öğretisel bir bakışla irdeler çağı ve insanı. Kimi zaman düşsel tablolar, kimi zaman gerçek-somut tablolar aktarır yazılarında. O da Nuri Pakdil’in vurguladığı acıya ilişkin şöyle bir tablo çizer:
“İnsan kafasını kimi zaman, sıkıştırılmış bir dünya olarak düşünüyorum. Kulaklar Doğu ve Batı’dan gelen sesleri saptayan iki alıcıdır. Gözler de bu alıcılara görüntü sağlarlar. Kuşkusuz bu imgeyi bütünleyen ögeler çoktur daha: Her şey burada olup biter: Çocuklar burada ölür, uzay yolculukları burada başlar, burada biter. Hiroşima kudurmuş bir ateş olarak burada yükselmiştir. Kudüs burada kanar. Kıyıda, sisler içinde bir adam, geçmiş ve gelecek, hiçlik ve yaşamın somutluğu, içinde bir dişlinin inanılmaz hızıyla dönerken, artık ne diye benim de kafama dikenler batmalı diye düşünüyorsa! Parçalanmış bir aynada iri açılmış gözleriyle, harabe suratları görmeye dayanamayan biri, göğsünü jiletliyorsa, neden benim de göğsüm kanamalı diye düşünüyorsa! Yaşamın belki de tek olumlu gerçeği, şimdi, acı çekmek midir sorusu, sevmeyen insan acı çekebilir mi sorusuyla yan yana duruyor.”
İnanç çağları eskilerde kaldı. İnsanlık şimdilerde inançsızlık yani küfür çağını yaşıyor. Görünürde varmış gibi sanılan birtakım ibadetlerin de içi boş ve onlar da birtakım ritüellerden ibaret. Çünkü insanlık hakikate değil, yalana teslim durumda. Necip Fazıl Kısakürek: “Bütün bir kâinat muşamba dekor / Bütün bir insanlık yalana teslim” diyerek, bu durumu veciz bir biçimde dile getirir.
Çağın insanı, birtakım merkezlerde hazırlanıp düzenlenen ve yaşaması için kendisine dayatılan bir düzenle iç içedir. Bu dayatılan düzenden kurtulmak için bir irade de gösteremiyor ne yazık
- ki. Çünkü bu küfür düzeni dayatılırken önce insanın iradesi öldürülmektedir. Bu öldürme işlemini hızlandıracak öyle çok teknik alet-edevat üretiliyor ki bunlardan birine sahip olmak bile uyuşturucu almış gibi kendinden geçirmeye yetiyor insanı. Boyut değiştiriyor âdeta.”
İsmail Karakurt, Ali Göçer’le “yazı ve yaşam bağlamında” konuşmuş. Söyleşiden bir bölümü paylaşalım:
– Sayın Göçer, merhaba. Yazı serüveninizin kısa bir tarihçesini soruya dönüştürerek söyleşimize başlamak istiyorum. Yazı serüveniniz nasıl başladı?
– 1967 yılında Kahramanmaraş’ta ortaöğrenim hayatıma başlamıştım. Biliyorsunuz Kahramanmaraş edebiyat damarı geniş bir bölgemiz. Okulumuzda İsmail Kıllıoğlu, Osman
Sarı, Cemil Çiftçi gibi daha sonra Edebiyat dergisinde yazan abilerimiz vardı. Okulumuzda
sözünü ettiğim bu abilerimizin öncülüğünde oldukça kaliteli bir de edebiyat dergisi çıkıyordu.
Açıkçası ortaokul, lise hayatım boyunca canlı bir edebiyat ortamı içindeydim. Bu dergide benim şiirim çıksa diye heveslendiğim zamanlar oldu. Erdem Bayazıt okulumuzda derslere
girerdi. İnsanın oluşumunu biraz da çevresi belirliyor doğal olarak. Böylesi bir edebiyat
ortamının içinde olunca okumak benim için vazgeçilmez bir keyfe dönüştü. Başlangıçtaki
amacım yalnızca okumak iken giderek bu ilgi yazmaya doğru evrildi. Ortaokul döneminde
Kerime Nadir romanlarından başladığım okuma çizgimi lise döneminde Rus klasiklerine
kadar götürdüm. Tabi ki Batı klasikleri, Şark klasikleri de bu yelpazenin içinde yerini aldı. Edebiyat dergisi yayımlanmaya başladığı 1969 yılında ben daha ortaokul ikinci sınıftaydım. Edebiyat dergisinin hem anlatım dili hem de kullandığı öz Türkçe benim yaşım bağlamında düşünürsek ağır sayılırdı. Ne var ki ben o dergiye abone olmuştum ve anlamasam da okuyordum. Bir şeyler seziyordum. Çünkü çok farklı bir dil kullanıyordu ve bu benim ilgimi çekiyordu.
– O zamanlar Edebiyat dergisinin kullandığı dil muhafazakâr kesim için oldukça radikal bir tercihti değil mi?
– Haklısınız. O dönemlerde çok tartışılan bir konu idi. Zamanla toplum için bir sorun olmaktan çıktı. Ancak Edebiyat dergisinin dili kadar o zamanlar toplum için yeni olan Edebiyat dergisinin uygarlık yaklaşımı, Batılı ve yerli kavramlara yüklediği işlev de oldukça farklıydı. Bu anlamda Nuri Pakdil gibi bir öncünün ödünsüz direnişi hem yalnız hem de özgün
olmak gibi zor bir alanı temsil ediyordu. Ben tercihimi bu yol için yapmıştım.
– Başlangıçta 1976-1983 yılları arasında rahmetli Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisinde, sonraki yıllarda da kurucuları arasında yer aldığınız Yedi İklim (1987-89) ve Hece dergilerinde şiir, deneme, günlük türlerinde yazdıklarınızı yayımlıyorsunuz. Zamanla bu türlere tiyatro da eklenerek kitaplarınızın okura ulaştığını görüyorum. Peki, bu türleri tercih edişinizin sizdeki bahanesi nedir? İlkin bunu öğrenebilir miyim?
– Evet, Edebiyat dergisi okurluğum 14 yıl, yazarlığım ise 7 yıl oldu. Dergi 1983 yılında
kapanıncaya kadar da hep orada yazdım. Edebiyat dergisinin 1976 yılı Mart sayısında ilk
şiirlerim yayımlandı. Yazmaya şiirle başladım. Nuri Pakdil’in önerisiyle, zaman zaman da
görev vermesiyle denemeler de yazdım. Zaten deneme türü, düzyazı çalışmaları çoğu yazarın
aynı zamanda yaptığı bir iş. Ancak bir yazın türü, bir sanat dalı olarak deneme yazarlığı ciddi bir iştir. Tiyatroya ilgim ise şiirle birlikte başladı diyebilirim. Daha ilk şiirlerim Edebiyat dergisinde yayımlanmadan önce tuttuğum günlüklerde oyun çalışmaları, oyun taslakları var. Hatta 1975-1976 yılı günlüklerimde doğaçlama olarak günlük biçiminde sürdürdüğüm “sorgu” adlı bir oyun çalışmam var. Ancak sanırım Nuri Pakdil’in oyunları yayınlanırken bir oyun çalışmasıyla ortaya çıkmaya cesaret edemedim. Oyunlarım çok sonra yayınlandı ve içlerinde sahnelenenler oldu. Ne var ki bizim camiada tiyatro bir sanat türü olarak pek karşılık bulmamıştır. Bir de tiyatro okunmaktan çok sahnelenen bir sanat türüdür. Sahne egemenliğini elinde tutanlar motivasyonumu kırdılar diyebilirim. Oysa tiyatroyu çok seviyordum ve bu konuda başarılı çalışmalar yapabilirdim diye düşünüyorum.
Şiir, deneme, tiyatro gibi türlerde eser vermiş olmam bir tercih değil. Şiir benim için bir düşünme biçimiydi. Hayatımda şiir hep vardı. Tiyatro da öyle.
Yitiksöz 18’e aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
https://www.marastaedebiyat.com/templates/yayinlar/yitiksoz-sayi-18.pdf
Yitiksöz 18, İsmet Özel’in “sen ol zihnimde yüzen dağınık şarkıları / bir harfin başlattığı yangın ile söndür” ikiliğini kapağa taşımış. 2023 yazı, oldukça sıcak geçiyor. Bu sıcaklıklar hem insanı bunaltarak onun sabrını zorluyor hem de tabiatta yangınlara sebep oluyor.
Yitiksöz, on sekiz sayıdır sesleniyor çağın insanına hakikati işaret etme ilkesiyle. Bu ilkedir onu her dem canlı tutan.
Yeni sayılarda yeni heyecanlarla buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.