Bizimle İletişime Geçin

Söyleşi

Yönetmen Yeşim Tonbaz: Sinema Edebiyatla Kardeştir

‘Askıda’ filmiyle bir çok festivale katılan ve ödül alan Yönetmen Yeşim Tonbaz, şimdilerde yeni filmi ‘Münhasır’ ile dikkatleri çekiyor. Yeşim Tonbaz’ın yolunun yönetmenlikle kesişmesi, 28 Şubat döneminin bu akışa olan etkisi, filme çekmenin zorlukları, sinemayla iştigal edenlere tavsiyeler konuştuğumuz başlıklardan bazıları. Elbette önemli bir diğer konu da ‘Hollywood sineması’ olunca, algı yönetimi aracı olarak sinemaya da değindik…

EKLENDİ

:

Çocukluk yıllarında her çocuğa hayalindeki meslek nedir’  diye sorulur ve farklı cevaplar alınır. Bunlar arasında yönetmenlik yoktur. Sizin için yönetmenlik ne zaman hayalini kurduğunuz bir meslek haline geldi? 

Çok enteresandır ki ben yönetmenliğe sürüklendim aslında. Hayalini kurup ardından yönetmen olmadım. Çocukken zihnimde yönetmen olunabileceğine dair bir bilgi yoktu. Küçük bir kasabada büyüdüm ve edebiyatı çok seviyordum. İlkokuldan itibaren kelimeleri ve kitap okumayı çok seviyordum. Lisede hocalarımın genel kanaati ‘Yeşim edebiyatçı olur’ şeklindeydi.

Yönetmenliğe sürüklenmeniz nasıl oldu? 

28 Şubat sürecinde üniversiteye gidemeyince -gitmiş olsaydım şuan kesin edebiyat öğretmeni olurdum- çeşitli sitelere ve bloglara izlemiş olduğum filmlerle ilgili kritik ve değerlendirme yazıları yazdım. Bu yazılarla birlikte sinemayla ilişkim de başlamış oldu. 2008-2009’dan sonra birkaç film atölye çalışmasına katılmıştım ve aynı dönem sinema yazarlığı da yaptım. Sonra sinema dergisinde editör olarak da görev aldım. Böylece bir şekilde film yorumlamak ve sektörü tecrübe ederek yavaş yavaş film çekim süreçleriyle de ilgilenmeye başladım.

Çeşitli zamanlarda film setlerinde görev aldıkça belgesel ve film çekmek üzerine düşüncelerim pekişti. Bu süreçte kendimi gördüm diyebilirim. Bu işi yapınca çok keyif aldığımı fark ettim. ‘Askıda’ filmi kafamda belirmeye başladı. Önceleri yalnızca bir senaryoydu kafamdaki ve çekmekle ilgili bir fikir geliştirmiyordum ama sonra bu tecrübeyi yaşamak istedim ve ilk kısa kurmaca filmimi çekmiş oldum.

   Sinema, edebiyatla kardeştir.

Edebiyata olan ilginiz sizi sinemayla buluşturmuş gibi. Zihninizde beliren hikâye ile sinema girmiş hayatınıza…

Kesinlikle. Bana o dönemlerde ‘Sinema nedir?’ diye sorulsa ‘edebiyatla kardeştir’ derdim. Sinemanın edebiyatla ilişkili olarak öncelikle anlatı yönü beni cezbetmişti. Fakat zamanla gördüm ki o yalnızca edebi bir anlatı değil, tüm sanat dallarını içinde barındıran bir sanat. ‘Askıda’ filmiyle beraber tam da aklımda olanı görsele dökerek gösterebilme imkânını tecrübe etmiş oldum. Böylece kendi üretim alanım olarak insanlara ulaşabilme yolumu da keşfetmiş oldum.

Askıda, AB İnsan Hakları Kısa Film Yarışması 3.lük ödülü aldı.

Askıdafilminde mülteci meselesini ele alıyorsunuz. Film birçok festivalde gösterime girdi ve ödüle değer bulundu. Sizi Askıdafilmini çekmeye sevk eden saikler neler oldu?

Yapmış olduğum yazarlık ve editörlük süreçlerinden sonra başörtüsü meselesi de artık gündemden kalkınca üniversite sınavlarına girdim. Filolojiye çok ilgim vardı. Arap dili ve edebiyatı bölümünü tercih ettim ve bölümü bitirdim. Dolayısıyla da o esnada hem Arapça medyaya hem de gündeme dair ortamlarda bulundum. Bunlardan biri de mülteci çalışmaları oldu.

Mültecilerin dünyalarını yakından gördüm, çok fazla paylaşımımız oldu. Hikâyelerini dinledikçe ‘Bu hikâyeleri bir şekilde sinemanın içerisinde konu edinmeliyim.’ fikri oluştu. Fakat hikâyeleri tek tek anlatmak yerine ‘mültecilik’ duygusu üzerine yoğunlaştım. Hangi duygunun beni mülteci olmak hissine yaklaştıracağını düşünerek, sürüklenme hissine, oradan da poşet metaforuna ulaştım. Kendi varlığı üzerinde iradesi olmadan sürüklenen bir nesne. Varış noktası neresi olursa olsun, arada kalacak olması da metaforumu destekleyen bir özellikti ve Askıda böyle şekillendi.

Filmde rüzgârın akışından kendisini kurtaramayan şeffaf poşet, bir elle buluşuyor ve bu el ile başka bir yöne gidiyor. Poşet yıkanıyor ve askıya konuluyor. Mülteciler mevzubahis olunca uzanan birçok yardım eli oluyor ancak son yıllarda Türkiyenin Suriye konusunda mültecilere gösterdiği destek müstesna bir yere sahip. Filmdeki el Türkiye miydi?

Türkiye’nin içerisinde bulunduğu bu yardım sürecini hiçbir şekilde yadsıyamam ancak filmi doğrudan Türkiye üzerinden kurmadım. O el mültecilere yardım için uzanan tüm elleri temsil ediyor. Tabii ki filmin neşet ettiği yer netice olarak Türkiye ve ben buradan edindiğim tecrübelerle bu filmi ortaya çıkarabildim. Bu da gittiği her yerde Askıda’nın Türkiye’yi temsil etmesine vesile oldu ve bununla gurur duydum.

Diğer filminiz Münhasıriçin öncelikle tebrik etmek istiyorum; 38. Torino Film Festivalinde resmi seçkide yer aldı ve Uşak Film Festivalinde ilk ödülünü aldı. Münhasırfilmi de ismi de dikkat çekici. Münhasır filmi/fikri nasıl ortaya çıktı?

Filmlerde genel olarak bir hikâye izleriz ve o hikâye yardımıyla bir duygu aktarımı gerçekleşir izleyici yönünde. Bu sinema anlatısının belki de en işlevsel yanı. Çünkü gerçek hayatta birbirimizin yaşadığı duygudan bihaber olabiliyoruz. Hatta bazen bir siyah beyaz fotoğrafa bakıp, ’Kim bilir neler yaşamıştır?’ diye düşünerek aldığımız o nostaljik tatlar hoşumuza gider ama yan komşumuzun o an ne yaşadığı, ne hissettiği hakkında pek de düşünmeyiz. Belki de bu çağın getirmiş olduğu bir sonuçtur.

İnsana dair duyduğumuz haberler, sayılardan ibaret olmaya başladı. Savaşlar, felaketler hatta ünlülerin hayran kitleleri gibi insan topluluklarının sayılarla ifade edilmesi, biricikliğimizden uzaklaştıran bir olgu olarak kafamı kurcalıyordu. Bu yüzden, insanın ‘biricikliği’ meselesini kendi dilimce anlatmak istedim. ‘Münhasır’ filmini de doğrudan bu fikirden yola çıkarak yazdım.

Filmlerimde genelde bir kavram üzerinden gidiyorum. ‘İnsanın biricikliğini neyle anlatırsam iyi bir hikâye kurabilirim?’ diye bir seneden fazla düşündüm. Öyle bir nesne olmalıydı ki hem kişisel olarak çok kıymetli olmalı, hem de bir başkasında sakil durmalı belki de bütünleşememeliydi. Yalnızca sahibine has bir nesne. En nihayetinde okuduğum bir hikâyede karşılaştığım bir nesne ‘Münhasır’ için oldukça uygun bir metafora dönüştü. Ve filmin hikayesini de o metafor etrafına kurdum.

Editörlük, yönetmelik ve eğitmenlik… Zor olmuyor mu? 

İnsanın ne yapabileceğini görebilmesi için bazı imkânlardan haberdar olmak gerekiyor. Ben bir kasabada doğdum, büyüdüm ve liseyi de orada bitirdim. Üniversite hayalim inkıtaya uğradı, on yıl bekledim. Beklerken tam bir ‘ev kızı’ idim. Çünkü başka bir şey yapabilmek için büyük şehirde olmam gerekiyordu.

İmkânlarımı görene kadar birkaç yıl geçmiş oldu. Sonra ufak ufak sinema alanını keşfettim. Kimi işlerde kendimi deneyimledim. Yapabildiklerimle, kendimi gerçekleştirebilmeme imkân verenleri yanıma alıp devam ettim. Derken, geldiğim nokta şu an bulunduğum yer oldu.

Yönetmenlik ve sinema eğitmenliğine devam ediyorum şimdilerde. Çocuklar ve aile hayatı da olunca zaman zaman çok yoruluyorum. Fakat o yoğunluk olmadığı zaman da kendimi iyi hissetmiyorum. Bazen yetişemediğim, eksik kaldığım yerler oluyor. Elimden geldiğince onları düzeltmeyi çalışıyorum. Her zaman da mükemmel olmuyor tabi.

Sinema benim için duygu paylaşımı…

Sinema sizce bireysel olarak neyin aracı ve sizin için nasıl bir karşılığı var?

Ben sinemayı uzun süre bir meslek olarak göremedim. Çünkü sinema benim için öncelikle keyif veren bir şeydi. Burada keyiften kastım salt eğlence değil. Hiç tanımadığım insanlarla paylaşım yaptığım bir süreç. Ürettiğim sürece duygularım artık paylaşılır hâle geliyor ve dönüşlerini alabiliyordum.

Sinema şu an hem kişisel bir üretim sahası hem de üretebilecek olan gençlerle buluşup geliştiğimiz bir alan. Birlikte ders yaptığımız gençlerin gelişim süreçlerini de yakından görmek müthiş bir duygu ve bu her sene artıyor. Her bir öğrenci arkadaşımın üretimine şahit oluyorum. Dahası, artık aynı festivallerde öğrencilerimle filmlerimiz yarışır hâle geldi.

Sinema alanında üretme sebebim duygu paylaşımıdır. Her ne kadar kavramlar üzerinden hikâyeler oluştursam da izleyicilere filmlerde bir duygu aktarıyorum. Dünyanın bir ucunda filmimi izleyen biri bu konuda farklı duygular ile geri dönüş yapıyor.

Buradayım ve birileri ile paylaşım içerisindeyim. Bunu da çağımızın en ciddi ve geniş paylaşım aracı olan sinema üzerinden yapıyorum. Bu alanda üretim yapmayı ve sadece tüketici olmamayı çok önemsiyorum. Çünkü ‘biz’ diye bir şey var ve bunun sinemada karşılığı pek yok. Temsil edilememek, kendimi, bana benzeyen birini ve anneme benzeyen birini sinemada görememek çok üzücü. Gerçekte var olanın ekranda bile isteye gösterilmemesini kabul edemiyorum.

Çocuğumun dünya ile ilgili kanaati bir süre sonra ekrandan oluşuyor. Ekranda olmadığın zaman öteki oluyorsun. Neden ben kendi çocuğum için bile öteki olayım? O yüzden sinema ‘Ben de varım, ben de bu dünyada yaşıyorum.’ dediğim bir araç aynı zamanda.

Başörtünü çıkarsaydın iyiydi diyen sanatçılar vardı.

28 Şubat sürecini yaşamış birisiniz ve bugün yönetmensiniz. Başörtülü bir yönetmen olarak üretimde bulunmanıza şaşıranlar oluyor mu veya zorluğu oluyor mu?

Evet, öncelikle kadın olarak bu alanda olmak zor. Sonra başörtülü bir kadın olarak varlık göstermek ayrıca zor. Ancak birkaç sene önce çok daha zordu. Şaşıranları, görmek istemeyenleri daha net görüyordum. Geçmişte röportaj yapmak için gittiğim bazı sanatçılar başörtümle ile ilgili muhakkak bir şeyler söylüyorlardı.

’Başörtünü çıkarsaydın daha iyiydi.’ diyen sanatçılar vardı mesela. Şu an pek karşılaşmıyorum bu tavırla. Bu kadar açıktan ifade edilmiyor daha doğrusu. Çünkü artık sadece yönetmen olarak değil, başörtülü biri olarak ekranda da kültür sanatın her alanında da varız. Tıpkı hayatın her alanında olduğu gibi. Ama maruz kaldığımız mobingler de yok değil.

Sanatta mesajı olmayan kimse üretemez.

Bir film veya belgesel oluşturulurken elbette bir maksat-mesaj gayesi vardır. Mesaj bağlamında sinemayı değerlendirecek olursak neler söylersiniz?

Sanatta mesajı olmayan bir üretim yoktur. Mesajı olmayan, bir şey iletmek istemeyen neden üretsin bu alanda. Neden bir anlatıyı tercih etsin? Film ve sinemada bir anlatı derdine düşüyorsanız ’Sana dolaylı yoldan bir şey anlatacağım, bana biraz kulak kesilir misin?’ diyerek birilerinin vaktini talep edip, sonra da mesajın ona ulaşabilmesi için elinizden geleni yapıyorsunuz.

Yalnızca sinema değil, tüm sanat alanlarında bir mesaj söz konusudur fakat mesajın içeriği o yapıtın biçimine ve diline şekil verir. Bir iç döküm sahası ya da bir propaganda aracı olması sanatçının tavrına göre şekillenir. Mesaj sinemacının hem motivasyon kaynağı hem itici gücü diyebilirim.

Hollywood, dünyayı manipüle etme çabasında…

Sinema sektörü deyince ilk akla gelen ana akım Hollywood sineması oluyor. Hollywood denilince de akla manipülasyonlar, siyasi alt metinler geliyor. Sinema-algı yönetimi ya da sinema-siyaset ilişkisine dair değerlendirmeniz nasıl olur? 

Bazı kült yönetmenlerin ve sinema eleştirmenlerinin dediği gibi sinema son derece politik bir sanattır. Birçok festivalde birinci olan yönetmen mesajının altını çizmek ister sahneye çıkıp ödülünü alırken.

Ana akım sinema dili olarak Hollywood keyifle izleyebileceğimiz bir sinemadır. Biz keyifle izlerken o tüm soruların cevabını da kendisi vermek suretiyle bizi manipüle eder. Hollywood; kimi zihinlerde nasıl sabitlemek istiyorsa, kime nasıl bir bakış açısı sunulmasını istiyorsa ve nasıl konumlandırmak istiyorsa bunu filmlerinde öyle konumlandırır. Bir siyahiyi ve bir beyazı nasıl göreceğimize o karar verir. Sinemanın mesaj kaygısının çok ötesine geçip ‘Bunun doğrusu net olarak budur.’ diyorlar. Bu bambaşka bir algı yönetimidir.

Algı yönetimi, medyanın her alanında var ama sinemada biraz daha tehlikeli boyutlara ulaşmış gibi geliyor. Çünkü bir gerçekten bahsedildiğini bilirseniz, o gerçeğe dair bir fikriniz vardır ve o dile karşı gardınızı almış olursunuz. Ama bir hikâye izlerken o kadar çok şey kaçırırsınız ki… Oradaki duyguya odaklanıp verilen birçok görseli ve o görsellerin anlamını kaçırırsınız ve bir süre sonra sizin zihninize bir kurmacaymış gibi başlayıp gerçeğe dönüşen yanıltıcı tarafı görmekte zorlanırsınız.

Coğrafyayla sinema arasında nasıl bir ilişki var?  Mesela son dönemde hayli popüler olan uzak doğu dizi/filmlerine baktığımızda o coğrafyanın kendine has değerlerini ve alışkanlıklarını sıklıkla görüyoruz… 

Filmlerde sanatçının kendisinden bağımsız olarak ilettiği mesajlar vardır. Bir bilinçaltı aktarımı kaçınılmaz. Mesela, ‘Askıda’ filmindeki poşet yıkama sahnesi zannediyorum köyde anneannesi poşet yıkayan biri olmamla ilgilidir. Bu benim farkında olmadan kendi eteğimde biriktirdiğim taşlardan biridir. Kişi bazında bile böyle iken yerel olarak birçok unsur sinemaya aktarılıyor. Herkes yediğinden veriyor çünkü.

Bile isteye kültürel ya da yerel öğelerin filmlerde yer alması ise bambaşka bir durum. Buna kafa yormak, bir değer aktarımı hâline getirmek, hikâyeye yedirilmiş bir gerçeklikle karşı tarafa sunmak her zaman mümkün. Hatta bu birçok ülke sinemasının da gayesi arasındadır. Son dönemde yükselişe geçen Kore sineması, Bollywood dediğimiz Hint sineması bu kültür aktarımı için çok iyi örnekler.

Sinema ile kültür aktarılır.

Kültür-coğrafya bağlamında İran sineması peki?

İran sineması sınırları dâhilinde anlatısını en iyi yansıtacak görsel çözümlemeler sunabilme konusunda başta geliyor belki de. Sınırları dâhilinde diyorum çünkü başka türlü anlatmak mümkün olmayacak kadar kısıtlama içerisinde bulunmasına rağmen, alanı genişletmek yerine derinleşebilmeyi başarmış bir sinemadır. Mesela, dünyadaki birçok kişi İran evlerinin avlularını, avludaki havuzlarını, havuzdaki kırmızı balıklarını bilir. Bu avlular bir kültürel öğe olarak filmde dururken, aynı zamanda filmin anlamını kuvvetlendirecek, derinleştirecek bir zemine oturtulur.

Her filmde yinelenen ve bir şekilde gösterilen şeyler bir kültür aktarımı olarak karşı tarafa yansımaktadır. Yereli filmlere koyma çabası, filmin öncelikle kendi izleyicisi ile yüzleşebilmesi açısından önemlidir. Bu konuda da Hollywood başta geliyor. Kendi kültürünü, yaşam biçimini tüm dünya için kabul edilebilir değerler olarak sunuyor.

Beş on sene önce kaç kişi yılbaşında evini süslüyordu. Bir eleştiri olarak değil tespit olarak soruyorum bunu. Bu kültür artık ülkemizde normalleşmeye başladı. Dolayısıyla filmlerde ülkelerin kendi kültürlerini bir şekilde göstermeleri hatta köpürtmeleri ve bu görsel dünyadan diğer insanlarla etkileşim kurmaları mühim mesele. Gördüğünü kendisi için bir hedef olarak belirleyen günümüz insanı artık en çok da görmenin esiri.

Film çekim sürecinin en zor aşaması nedir?

Fikir aşaması en zor olandır. Çekim süreci ve post prodüksiyon zor olmasına rağmen hazırlanabilen ve öngörülebilen bir aşama. İyi bir fikriniz yoksa veya o fikirden iyi bir senaryo çıkmazsa gerçekten iyi bir film çıkaramazsınız.

Hep söylenir; ‘İyi bir senaryodan kötü bir film yapabilirsiniz ama kötü bir senaryodan asla iyi bir sinema yapamazsınız.’ diye. Fikri kafanızda sabitlemek için çok fazla uğraşırsınız.

İyi sinema için yetenek de ilgi de çok önemli.

Sinemada yetenek, eğitim, çalışmak, nasıl oranlanabilir? 

Yetenek gerçekten önemli ama ilgi de çok önemlidir. Eğitim ise en az bu ikisi kadar önemli. ‘Ben sinemanın herhangi bir yerinde olmak istiyorum.’ diyen biri için önce iyi bir izleyici olmak sonra da çok çalışmak gerekir. Yetenek, eğitim ve gayret olmaksızın yeterli değil. 

Sinema dünyasından iham aldığınız kişiler ve çalışmalar nelerdir? 

İran sineması, sınırlamalara rağmen anlatabilme kabiliyeti açısından çok büyük bir kapı aralıyor. Kimliğimin ve inancımın sınırlarını gözetirken kısıtlanmış hissetmememi sağlıyor. Çünkü sınırlarına rağmen değil, sınırları sayesinde neşet etmiş bir sinema İran sineması.

Benim için sinemada her şeyi göstermeden anlatmak ve istediğini anlatma çabası içinde olmak çok kıymetlidir.

Abbas Kiyarüstemi duygu olarak çok sevdiğim bir yönetmendir. Asgar Ferhadi ise sinema dili olarak kendimi yakın bulduğum ve ‘Keşke onun gibi film yapabilsem.’ dediğim bir yönetmendir. Kieslowski, kafasındaki soruları filmlerinde çok doğru konumlandırmış, izleyicisine alan tanıma hususunda örnek aldığım yönetmenlerdendir. Fakat belki de kendime en yakın, imkânların imkânsız olduğu bir coğrafyadan neşet eden Ahmet Uluçay sinemaya olan inancımı kuvvetlendiriyor. Her filminde kendini yenileme/yeni bir dil deneme cesaretini güçlendiren bir yönetmen olarak Reha Erdem’i de saymam gerekir.

Kısa filmci olmaktan memnunum.

Uzun metrajlı film çekme gibi bir niyetiniz var mı?

Kısa filmci olarak durduğum noktadan memnunum. Hep söylerim, kısa filmin uzun metraj için bir atlama tahtası, bir basamak gibi görülmesinden son derece rahatsızlık duyuyorum. Bu uzun metrajdan başka, bağımsız bir anlatı dili çünkü. Elbette uzun metrajlı bir film de çekmek, bu alanı da tecrübe etmek istiyorum. İnşallah önümüzdeki film uzun metrajlı bir film olacak ve onun çalışmalarına başladım.

Çocuklarınız da sizinle setlere geliyor. İki çocuk annesi bir yönetmen olarak setlerde ve eğitimlerde zorlanıyor musunuz? 

İster istemez çocuklarla birlikte çok fazla alanda bulunuyoruz. Ben odaklanabilmek için genellikle onları çalışmalarımdan ayırmaya çalışsam da bu her zaman mümkün olmuyor. Özellikle bu pandemi sürecinde hep birlikteydik.

Çocuklarımla bu süreci yaşamak bir yandan keyifli oluyor ama bir taraftan da zor oluyor. Çünkü set ve eğitimlerde odaklanmak gerekiyor ama idare edilebilir tabii ki. Sinemanın kolektif bir iş olmasından dolayı birbirimizden keyifli paylaşımlar ve destekler alabiliyoruz.

Evde iki yönetmenin olması işlerinizi nasıl etkiliyor?

Film izlemek ve değerlendirmek açısından çok ciddi bir avantaj sağlıyor. Ortak vakitlerimizde bir filmin, dizinin karşısına oturmuş oluyoruz. İzlediğimiz yapımlarla ilgili çok fazla tartışıyoruz. Karşılıklı olarak bir gelişim imkânı sağlıyor.

Birçok sinemasever izledikleri ile ilgili değerlendirme yapabileceği ortam kurmak ister. Bu bizim doğal habitatımız. İlerleyen yıllarda yapacağımız filmler üzerine sürekli konuşuyoruz.

Dezavantajından veya sıkıntısından bahsetmek gerekirse ikimizin de aynı işle meşgul olması biraz savrukluk getiriyor. Zaman zaman kendimize hafta sonu dahi vakit ayıramıyoruz. Yorucu bir tempo getirebiliyor.

 

İyi sinema için yerel kodları öğrenmek gerekiyor.

Sinema alanında üretmek isteyen kişilere tavsiyeniz ne olur?

İlk olarak, çok iyi bir izleyici olmak gerekiyor. İyi izleyici olmadan bu alanda bir şey üretmek kısır kalır. Öte yandan izledikleri kadar okumak da gerekiyor. Sadece sinemaya dair değil, hemen her alandan okuma yapmak lazım.

Öncelikle yerel kodlara dair okuma yapılmalı. Kendi romanlarını, hikâyelerini ve destanlarını okumuş olmak; bunlara dair yazılmış ve çizilmiş çalışmaları görmüş olmak çok önemli. Başka şeyleri anlatmak, önce kendinle ilgili olana hâkimiyet gerektiriyor. Aynı zamanda tarih de bilmek, insanı da iyi tanımak için farklı disiplinlere dair de okuma yapmak lazım.

Alanlarını seçmeye karar vermelidirler. Çünkü bu işin yönetmenliği, görüntü yönetmenliği, sanat yönetmenliği, kurgusu ve ses gibi her aşaması çok önemlidir. Bir set tecrübe etmek ise bu iş için önemli noktalardan bir diğeri. Çünkü sadece okumak ve izlemek bir filmi üretmek için gerçekten yeterli değil.

Yönetmenlik üzerine sayfalarca bilgi sahibi olabilirsiniz ama sete girdiğinizde bu bilgilerle ne yapacağınızı bilmezsiniz. Set bambaşka bir tecrübe. Sinemacı olmak için ‘Üç ay atölyeye giderim çok iyi filmler çekerim.’ gibi bir algı var. Bazı kurumların da böyle bir yaklaşımı var. Üç ay eğitim verildiğinde hemen üretim bekleniyor. Bu ne tek başına bilginin ne de teknolojinin çözebileceği bir alan. Demlenmek gerekir, birikmek ve demlenmek… O yüzden emek harcamayı, gayret etmeyi bilenler ve ilgisini devam ettirenler bu alanda varlık gösterecektir.

Atölye çalışmalarınıza katılım nasıl mümkün?

Farklı birçok platformda atölye çalışmaları hep devam ediyor. Arzu eden kişiler bizleri sosyal medyadan takip ederek de ulaşabilirler. Pandemi ile birlikte online süreç de ayrı bir yer edindi. Talep üzerine Abdülhamit (Güler) de online atölyesini açtı. Çünkü bu alanda sadece İstanbul’da güzel çalışmalar var. Taşradaki öğrencilerin maalesef böyle uzun soluklu ulaşabilecekleri eğitimler yoktu. Online eğitimin verdiği fırsat ile Anadolu’dan ve yurt dışından birçok kişi bu eğitimlere katılıyorlar.

İstanbul’da Fidan Sanat Merkezi kapsamında Cemil Nazlı koordinatörlüğünde yıllardır devam eden bir eğitim sistemimiz var. HBS Sinema Akademisi olarak,  ilk yıl sinemaya giriş eğitimi ve film çekimleri ardından ikinci yıl okumalar yaparak ve yönetmen/ülke sineması odaklı izleme değerlendirme süreçleriyle kademe eğitimleri ve son yılda ise senaryo geliştirme aşamasından oluşan 3 yıllık eğitim veriyoruz. Süreç boyunca sık sık sektör profesyonelleri ile buluşturuyoruz. Bu atölyemizde bir yılın içinde 10-15 defa setlere katılım gibi bir imkânı oluyor katılımcıların. Bu da her yönüyle kendisini geliştirmek isteyen sinemacı adayları için güzel bir imkâna dönüşüyor.

 

Çok Okunanlar