Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Zeytin Kolonyası

Osman çok derin bir uykudan uyanırcasına gözlerini açtı.Beyninde şimşekler çakıyordu. “Aman ya Rabb’im ben ne demişim dayıya? Okul bitince yetimlerin evini yaparım demişim ve öylesine söylediğim bu sözü hiç önemsememiş, unutmuş gitmişim. Söz ağızdan çıkmış bir kere, şimdi ben ne yapacağım?”

EKLENDİ

:

Pastanenin önündeki masalardan birinde oturan çırak, Osman Bey’in geldiğini görünce hemen ayağa kalktı ve müşterisini içeri buyur etti. Raflara özenle sıralanmış Diyabet dostları(!) tüm ihtişamıyla Osman Bey’e bakıyorlardı. Osman Bey memnuniyetini gösterir bir gülümsemeyle onlara karşılık verdi. Gür bir sedayla;

–  Neler var usta? diye sordu. Usta bu soruya hazırlıklıydı. Osman Bey’in gözlerinin mıhlandığı tarafta ne varsa saymaya başladı.

Cevizli fıstıklı baklava, burma kadayıf, şekerpare, şöbiyet, bülbül yuvası, sultan tatlısı.

Osman Bey çok düşünmedi.

Karışık bir paket yap usta.

Usta, tepsileri raftan tek tek tezgâhın üzerine alarak elindeki kutuyu doldurdu. Onu seyreden Osman Bey, kasanıntam önünde duran kolonyayı fark etti. Üzerinde Zeytin Kolonyası yazıyordu. Yeşil renkti, çok canlı bir yeşil. Dikkatini celbeden bu rengin kokusunu merak etti. Kolonya şişesinin kapağını açmak için izin istedi ve şişeyi burnuna yaklaştırdı. Kokladığında hiç ummadığı bir şey oldu. Kokuyu tanıdı, şehirlerarası yolcu taşıyan otobüslerin içinin kokusuydu bu.

Zaman bir anda 20 yıl önceye aktı. Zihin nasıl bir şey böyle? Koskoca otobüsü, içindekilerle beraber saklamıştı.Bunca zaman sadece yolcular da değil, tekerlerin arşınladığı yolları, otobüsün penceresinden akan manzarayı, hatta muavinin servis ettiği çayın tadını bile saklamış. İşte şimdi tam o otobüsün içinde, 12 numaralı koltukta oturuyordu.Aslında kolonya sürmeyi sevmezdi. Çünkü kolonyasürdüğünde elleri kirleniyormuş gibi hissederdi. Eskilerin güzel kokmak için sürdüğü, şimdilerdeyse mikrop kırsın diye kullanılan kolonyayı süründükten hemen sonra elini yıkasa su kirli oluyordu. Osman Bey bunu mantıklı bulmuyordu. Bu yüzden otobüste ikram edilen kolonyaları hep geri çevirirdi. Eğer kolonyaları geri çevirmeseydi bilirdi; bugüne kadar otobüslerin kendine has kokusu zannettiği kokunun meğer zeytin kolonyasının kokusu olduğunu.

Şaşkınlıkla gülümsedi. O sırada tanıdık bir koku daha geldi burnuna; külah gibi yuvarlanmış gazete kâğıdınıniçindeki kavrulmuş fıstık. Koltuğun üstündeki bölmede sırt çantasının içinde duruyordu. Aklına annesinin valizine koyduğu sarma ve börekler geldi. Evden üniversiteye gittiği her tatil dönüşü annesi epeyce bir yolluk hazırlar, valizine koyardı. Yol uzun, aktarmalı, çok yürüyeceğim, çantam var, valizim var, yüküm çok anne, fazla bir şey koyma dese deannesi asla oğlunu dinlemezdi. Ekmeğine sürsün diye tereyağını, şerbetini içsin diye üzüm pekmezini hazırlardı. Üniversiteli Osman çok ağır oldu diye erzakları valizinden çıkartmaya yeltense annesi ısrar eder, gönül koyardı. Eninde sonunda erzaklar o valize girerdi. İster Osman ses etmeden gönüllüce alsın, isterse de annesi gizlice valizin kıyısına,köşesine yerleştirsin. Bu durum hiç değişmezdi.

Osman dört yıl evinin olduğu şehirle, üniversitenin olduğu şehir arasında birçok kez otobüs yolculuğu yapmıştı. Çoğunlukla gece biner, sabah inerdi. İlk yıl etrafını görmek için gündüz yola çıktığı olduysa da çabuk hevesini aldı. O zamanlar en ön koltuğun koridor tarafını tercih ederken gece yolculuklarında bir iki sıra arkaya ve pencere kenarına kaydı. Şoförün yaktığı sigaranın azıcık açılmış camdan çıkamayan dumanı uykusundan uyandırdıkça orta kapıdan sonraki koltuklar için bilet almaya başlamıştı.

Gele gide, şehirlerarası seyahatlerin şifresini çözdü.Hangi zaman dilimlerinde hangi koltuk için bilet alırsa yanı boş kalır ve rahatça uyur, nerelerde mola verilir, ne zaman ikramlar yapılır, soğuk ne taraftan gelir, hangi firmanın otobüsü daha rahattır, hangisi daha hızlıdır vs. zamanla hepsini öğrendi.

Bir tek şeyi kestiremiyordu. O da şayet yan koltuk doluysa nasıl bir yol arkadaşı olacağıydı. Bunu bilmesi olanaksızdızaten. Tek bir şey arardı yol arkadaşında. O da saygılı olması. Osman’ın kendisi de müzik dinlemeyi seven birisiydi ama Nasıl olsa kulaklıkla dinliyorum diye müziğin sesini sonuna kadar açanla sevmezdi. Kulaklıktan öyle sinir bozucu bir ses dışarıya duyulurdu ki nağme desen nağme değil, güftesi anlaşılmaz, kulağının dibinde dımtıs dımtıs Kulaklığı takan müzik dinlerken yanındakiler elektronik bir gürültüye maruz kalırlardı. Uyuyuncaya kadar işkence çekerdi insan. Bir de okulaklığı takan, gürültüyü kesmeden Osman’dan önce uyuyakalırsa Osman’ın hali nice olurdu. Her şey yolunda giderse ne âlâ. Biraz sohbet edip uyurlar.

Osman için bundan sonra olası sıkıntı çıkabilecek iki durum varr. İlki, çevresindekilerin horlaması, ikincisiyse şoförün sigara içmesidir. O yıllarda sigara içme yasağı yoktabii. Hoş şimdi var da içmiyorlar mı sanki! Osman sigara içenleri hayatı boyunca hiç anlamamıştı. “Tamam, kendine gönüllü zarar veriyorsun, bu senin bileceğin iş ama bana niye zarar veriyorsun, buna hakkın yok derdi. Sigaradan da,kokusundan da, sigara içenlerden de hazzetmezdi. Hatta onlardan nefret ederdi. Kokuya karşı çok duyarlı olan Osman’ın astımı vardı. Sigara dumanı onu her daim uykusundan uyandırır, bunaltır, daraltır, sinirlendirirdi. Nefes almakta güçlük çektikçe insanların nasıl bu kadar bencil, duyarsız olabildiklerine anlam veremez, kul hakkına girdiklerini söylerdi. Kalbinden öksürerek söküp attığı kelimelerle, sigara içen hiç kimseye hakkını helal etmediğini haykırırdı.

Eğer aklından geçirdiği olasılıklar gerçekleşmezse Osman için huzur dolu bir yolculuk olurdu. İşte o zamanlar yol arkadaşlarıyla sohbet etmek keyifli olurdu. Osman bir an durdu ve düşündü. Basit ama çok önemli bir şeyi fark etmişti. Şu an 12 numaralı koltukta oturan Osman, kendine güveni bariz bir şekilde normalin üstünde olan biriydi. Özgüveninin kaynağı seyahatlerin doğası mı, gençliğinin baharında olması mı, yoksa annesinden babasından çok uzaklarda, tek başına hayata atılması mı? bunlardan hangisi bilemedi Bunu düşünmesi lazım. Osman kolunu dürten yol arkadaşının sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Önüne plastik bardağı uzatan yaşlı adam sordu:

Evladım su senin. İçmeyecen mi?

Sağ olasın dayı, içeyim.

Yolculuk nereye? Konya mı? Ankara mı?

Ankara.

Ben Konya’da kalacağım. Kızım, damadım, torunum var orda. Az rahatsızım, doktora çıkaracaklar beni.

Geçmiş olsun dayı.

İhtiyarlık çökünce böyle oluyor evladım. Gençliğinizin kıymetini bilin. Sen niye gidiyorsun Ankara’ya, oralı mısın?

Yok dayı, okuyorum ben orda, öğrenciyim.

Ne okuyorsun? Ne çıkacaksın mektepten?

Mühendislik okuyorum. Allah (c.c.) kısmet ederse inşaat mühendisi olacağım dayı.

Aferin sana. Annenin, babanın emeğini boşa çıkarmamışsın. Oku evladım oku. Okumak iyidir. Sen mühendis çıkınca ne yapacaksın? Ev mi?

Ev, okul, hastane, köprü, yol, tünel Ne olursa inşa edeceğiz inşallah.

Bizim köyde goca emminin geliniyle, yetimlerinin kaldığı ev çok eski. Yıkılasoldu. Onu da yapıversene evladım. Çok sevabı olur.

Daha okuyorum dayı. Okul hele bir bitsin, yaparız inşallah.

Osman çok derin bir uykudan uyanırcasına gözlerini açtı.Beyninde şimşekler çakıyordu. Aman ya Rabb’im ben ne demişim dayıya? Okul bitince yetimlerin evini yaparım demişim ve öylesine söylediğim bu sözü hiç önemsememiş, unutmuş gitmişim. Söz ağızdan çıkmış bir kere, şimdi ben ne yapacağım?diye hayıflanadursun bizim Osman. Köy, hangi köy? Koca emminin yetim torunları kim? Şimdi neredeler? Eve ne oldu acaba? soruları zihnini çoktan işgal etmişti. Tüm bu soruların cevabını bulsa bile şu anda yetişkin bireyler olması gereken yetimler hâlâ ihtiyaç sahibi mi? Hadi diyelim ki yetimleri buldu ve evi yaptı. Zamanını geçirdiği bu sözün,şimdi gerçekleşmesinin hükmü ne? Yaptığı evin bir kıymeti olur mu?

Çaresizce ellerini başına götüren Osman, zeytin kolonyasının kokusunu bir kez daha burnunda hissetti. Bu defa o koku burnunun direğini sızlattı. Gözlerinden dökülen yaşlar, tövbe için yakaran dudaklarını ıslatıyordu. Okulu bitireli nerdeyse 20 yıl olmuştu. Bu vebali nasıl taşıyacağını günlerce düşündü, düşündü, düşündü… En sonunda kararını verdi. Bir dernek kuracak ve verdiği sözü fazlasıyla tutmayaçalışacaktı. Ne de olsa hanesine borç olarak yazılan bu sözün üzerine zamanla geçen her günün, ayın, yılın ağırlığı eklenmişti. Borcu artmıştı. Ancak bu şekilde sözünü tutmuş olacağına kanaat getirdi.

Yıllar sonra Osman, Akdeniz ile İç Anadolu’nun birleştiği yerde, bir köy meydanında, çınar ağacının gölgesine iliştirilmiş masalardan birinde köyün muhtarıyla karşılıklı oturup çay içiyordu. Efil efil esen rüzgârın yüzüne çarpmasından son derece memnundu. Muhtar sordu:

Osman Bey, bu evin inşaatı ay sonuna kadar biter.Sizin dernek şimdiye kadar kaç ev yaptı?

Bununla beraber 20 olacak Muhtarım.

Maşallah. Allah (c.c.) kabul etsin. Peki, k yıldır yetime, öksüze, yaşlılara, kimi kimsesi olmayanlara ev yapıyorsunuz?

12 yıl bitiyor Muhtarım. Allah (c.c.) nasip etti, hayırseverlerin yardımlarıyla, belediyelerin desteğiyleihtiyaç sahibi ailelere 12 yılda 20 ev yaptık. Hamdolsunbugünleri gördük. Çok şükür gösterene.

Osman Bey içini kaplayan huzurla, tatlı tatlı gülümsedi.Kahvecinin önüne iliştirdiği tarçınlı karlamayı kaşıklamaya başladı. Hâlâ yarısı dolu olan çay bardağı bir kenarda soğumaya mahkûm olmuştu. Osman Bey’in her kaşık sonrasında şekeri biraz biraz yükseliyordu ama ciğerleri taze, temiz, mis gibi havayla dopdoluydu. Şu an aldığı nefes, hayatı boyunca aldığı en rahat nefesti. Mutmain bir kalple elindeki kalemi, önünde duran gazete parçasının köşesinde gezdiriyordu. Boşluğa bir otobüs koltuğu çizmişti. Koltuğun kolçağında bulunan küçük metal plakada 12 yazıyordu.Hemen sağına çizilmiş penceredeyse önünde mütebessim iki çocuğun durduğu bir ev manzarası vardı. Herkes mutluydu.

21 Temmuz 2022

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar