Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Zihni Sapık Haber Peşinde

EKLENDİ

:

Bir baktı, koca bir kalabalık, hem de caminin avlusunda. Gözleri parladı “çarpıcı bir haber çıkar buradan” dedi. İçeri daldı, suret-i haktan görünerek selam verdi. Oradakiler yabancı görüp “İftarımıza buyurunuz” dediler. “bedava sirke baldan tatlıdır” diye geçirdi içinden ama sofra fena değildi. Yenildi, içildi, “çaylar teravih namazından sonra” diye anons edildi. Tamam, haberi bulmuştu. Hemen büroya koştu ertesi günün manşeti hazırdı: “Bir çayı bile çok gördüler”. O sırada geğirmesi ve esnemesi birbirine karışıyordu. “hemen bir soda içmem lazım, ancak hazmedebilirim onca yediklerimi” dedi.

Ertesi gün cami cemaati şaşkına dönmüştü ama onun gülleri açmıştı, kapkara ve iç karartıcı.

Kendi kendine konuşarak düşünüyordu: “Artık orada beni tanıdılar, başka mekâna gitmeliyim. Gerçi bu dindarlar kin tutmasını da beceremezler, unutur giderler. Fakat ben gene de tedbirli olmalıyım. Baksana adamlar tedbir sayesinde neleri becerdiler, ülkeyi bile ele geçireceklerdi, demek ki işe yarıyor.”

Düşündüğünü yaptı ve başka bir camiye takıldı. Başında beyaz takke, suratında yapmacık bir gülümseme, elinde otuzüçlük bir tesbih… “Kostüm tamam, bundan sonrası rol kesmeye kaldı. Onu da çok iyi beceririz evvel Allah” dedi. Birden uyandı. “Allah mı?” dedim. Allah Allah, nasıl böyle bir şey söyledim?” dedi ve devam etti.

Yavaşça topluluğun içine sızdı, selam verip bir gencin yanına mütevazı bir edayla oturdu. Mecliste samimi bir sohbet vardı, dertleşiyorlardı. O sırada birisi “Hocam! Belki milyonda bir olacak bir hadise ama bir problemimiz var.” Hoca da “Hayırdır inşallah, söyle bakalım” Adam anlatmaya başladı: “Mahallede karısına ve kızına kötü davranan bir adam vardı. İçer, ayyaş olur gelir; ardından döver, söver, sonra sızardı. Bağırtılarını bazen biz komşular da duyardık. Fakat bu mendebur işi azıtmış, kızına sarkıntılıkta bulunmuş, Allah’tan başarılı olamamış. Kadın ve kız bizim eve sığınmışlar. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Kadın kendi durumunu soruyor.”

Hoca biraz düşündü, sonra tane tane konuşmaya başladı: “Hakikaten hiç olmaması gerekin bir hadise. Tuzun koktuğu yer sanki. Bir baba kızına nasıl böyle bir şey yaşatabilir? Canilik böyle bir şey olsa gerek. O kadın yani kızın annesi adama haram olmuştur artık. Nikâhları düşmüştür. Eğer böyle bir sarkıntılık yapmasaydı, anne haram olmazdı. Siz onu yetkili makamlara bildirin kadını ve kızı koruma altına alsınlar. Adama da cezayı keserler inşallah. Öte dünyada da Yüce Allah onun burnundan fitil fitil getirir. O kadınların da mağduriyetlerini giderir.”

Bizimkinin gözleri parlamıştı. Zihninin ayarlanmış formatına uygun kelimeleri bulmuştu. “Baba, kız ve haram olmaz.” Manşet hazırdı. “Caminin hocası dedi ki: Kızı babasına haram olmaz”. O gün neşesine diyecek yoktu. Apartman girişinde bir komşusuyla karşılaştı. “Hayrola ayakların yerden kesilmiş bugün” dedi komşusu. Hemen cevabı yapıştırdı: “Ben ne zaman yere bastım ki. Göklerde, uzayın derinliklerinde, galaksilerin orta yerinde dolaşan adamım ben. Baykuşlar bile beni kıskanır.” Komşusu dudağını bükerek güldü ve sessizce ayrıldı.

Ertesi gün bomba gibi düştü haber gündeme. Manşeti okuyanlar “Vay bu hocalar iyice azıttı. Böyle bir şey olabilir mi?” Bütün gazeteciler toplaştılar, hocaya mikrofonlarını uzattılar. Garibim Yusuf misali, ne desin, nasıl savunsun kendini? Söyledi bir şeyler, yalan olduğunu beyan etti. Ertesi gün kalp krizi geçirdi, ameliyata alındı. Ona göre bu bir numaraydı. Kontrollü kalp krizi geçirmeydi.

Deprem oldu. Bu depremden şöyle yakışıklı bir manşet çıkarırız dedi ve sahaya koştu. Enkaz altında kalanlar, ölenler, yaralananlar, orta yerde yatanlar, ağlaşanlar, soğuktan tir tir titreyenler umurunda değildi. Çünkü bunlardan fiyakalı manşet çıkmazdı. Birden yolu bomboş bir araziye düştü. Bina veya enkaz yoktu ama önemli değildi. Manşet hazırdı: “Nerede bu Kızılay, nerede bu AFAD, nerede bu asker? Neden kışladan çıkarılmaz? Bakın bomboş arazi, sahipsiz. Suriyeliler gelecek buraya yerleşecek, yola düşmüşlerdir bile. Boşluk bırakmaya gelmez. Bu arazi neden bomboş, devlet sahipsiz mi?” İnanır mısınız? İnandı bir güruh, iman edercesine. Durmadı, ikinci gün “Ortalığı biraz hareketlendirmem lazım” dedi: “Baraj patlamış, canını seven kaçsın” manşetini attı. Kaçtı da insanlar. Çünkü can tatlıydı. Kim kalmak isterdi suların altında. Ne kurtarıcılar kaldı ortada ne yardım edenler.

Çarpıcı iki fiyakalı manşet çıkarmıştı deprem bölgesinin boş arazisinden. Dönüş vakti gelmişti, döndü, ama durmadı. İnsanlar hayatlarını kaybetmişler, yaralanmışlar, mağdur olmuşlar, en acısı da bazı çocukların anne babası bile bulunamamıştı. Bir çözüm arıyordu millet hep birlikte. Bizim zihni sapık merak etti, bu dindarlar ne çözüm üretecekler diye” Hinoğlu hin. Biliyordu İslam’da evlatlığın olmadığını. Bir sürüngen sessizliğinde camiye sızdı ve ayakkabılığın hemen önünde bir yere konuşlandı, antenlerini odakladı, zihnini hevesine kodladı.

Hoca konuşmaya başladı: “Kardeşlerim! Bebekler ve çocuklar en korumasız varlıklardır. Bunlar bize emanettirler. Yüce Allah, yetimlerin korunması noktasında Kur’an’da birçok yerde hatırlatmada bulunur. Dinimizde evlatlık yoktur. Bütün çocuklar biyolojik anne-babasına nispet edilir. Ancak deprem mağduru bu çocuklara koruyucu ailelik yapabiliriz. Burada da ergenlik çağından sonra mahremiyet kurallarına uymaya dikkat etmemiz gerekir. Mahremiyette ölçü evlenebilirliktir. Yani evlenmeleri haram kılınmamış olanlar bu mahremiyet ölçülerine uymalıdırlar. Ancak bakacakları çocuğu evin annesi emzirerek sütanne olursa, baba sütbaba, kardeşler de sütkardeş olurlar. Mahremiyet sorunu da böylece ortadan kalkmış olur.”

Bizim ki aradığı yakışıklı manşeti bulmuştu. Anahtar kelime “evlenebilirlik. Ertesi gün manşet: “Hoca koruma altına aldığınız kızlarla evlenebilirsiniz” dedi. Alıcı güruh coşmuştu. “Vay bu hocalar pornocu. İşleri güçleri cinsellik.” Aldı yürüdü bir dedikodu. Dijital dünya kazan, bunun fanları kepçe, karıştır babam karıştır. Olan oldu. Doğru, daha yerinden kalkmadan yalan aşmıştı okyanusu. Hoca şaşkın, cemaat şaşkındı. Herkes hocaya sahip çıkmıştı, teselli etmişlerdi ama sinirlerinin bozulmasına ve Yusuf misali evine kapanmasına engel olamamışlardı.

Çok eğleniyordu. Eskiden cübbesinden tavşan çıkartanla al gülüm ver gülüm programlar yapıyordu, fakat bunlar daha heyecanlı ve keyif vericiydi. Başarılı haberciliği onu hazzın Everest’ine çıkartmıştı adeta.

Onun bu hallerini bir görseydi Sokrat, eline verilen zehri bir yudumda içip hemen hayattan ayrılmak isterdi. Platon mağarasına kaçar, gölgelerin arkasına saklanırdı; Aristo küçük dilini yutar, elindeki Organon’u yere atardı.

İskender görseydi büyük istilasını durdurur, Mete okunu boşluğa atar, Roma askerleri kalkanlarını satar. Sezar, “Senin yaptığın bir şey değilmiş” diye Brutus’u teselli eder. Cengiz’e gaddarlığı çerez gelir, Latinler Müslüman ve Yahudilere yaptıkları işkencenin hafif kalmasına hayıflanırdı.

Görseydi bir de Alparslan, hınçtan yumruklarını sıkar, kılıcını Ağrı dağına saplardı. Osman Gazi mezarında ters döner, Fatih yerinden fırlar, “Bire Zeus’un guguk kuşu” diye haykırır, Akşemseddin utancından ellerini yüzüne kapatırdı. Analar dizlerini döverler, feryad ü figan ederler; babalar kahırlarından dudaklarının kemirirler, beddua ederlerdi.

Bir de Hitler görseydi, gözleri parlar, “Yürü aslanım! Seni kim tutar! Dezenformasyonun şahı benim ama azmanı sensin” derdi. Mussolini’nin ağzından akan salyalar sele dönüşür, Akdeniz’i taşırırdı. Stalin donar kalır, buzları balyozla kırılırdı.

İnsanlığın köküne kibrit suyu dökenler acayip sevinir, “Bu, bizim aradığımızın ötesinde bir cinsiyet” diye etekleri zil çalar, Siyonistler bayram eder, emperyalistler seyre çıkardı. İslamofobi endüstrisi mi? Tam kapasite üretimini durdurur, kapasite artırımına giderdi.

Daha Fazla Yükle

Yorum Bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Çok Okunanlar