Atasına isimleri öğretilen insan eşyayı sahipleniyor; eşyanın esir aldığı insan şeylerin peşinde savruluyor. Şeyler diyorum, ne çok şeyin yerine koyuyoruz o şeyi. Ölüme meydan okuyor ölüm ve biz kavgada tarafımızı dahi belirleyemiyoruz. Neyimiz olur ecel örneğin? Yaraya merhamet edene merhem diyorlar da Meryem olmak lisan-ı hâl iledir; lisan-ı hâl doğuştan öğrenilen bir dildir, mütercim istemez asla.
Mevsimlik işçi gibiyiz; Çukurova’da kavurucu güneşin altında pamuk, Giresun’da serin gölgelerin tahtında fındık, Trakya’da rüzgârın hizasında ay çiçeği topluyoruz mütemadiyen. Mevsimsel yaşıyor, mevsim hastalıkları ile boğuşuyor, bazen mevsimsiz bazen mevsimle ölüyoruz. Mevsimi bitenin gündemi de tükeniyor. Her baldan bir gram, her daldan bir tutam alıyoruz dar günler için. Şair Yusuf Armağan’ın dediği gibi: “Ölmeyecek kadar Müslümanız aslında”…
Rızık mevsimi, evin semtini, otomobilin segmentini değiştirme mevsimi, gelecek kaygısı mevsimi, çocuklar büyüsün mevsimi, emekli olayım hele mevsimi derken bütün mevsimler gelip geçiyor, kış kapıya dayanıyor; hazan, soframızın başında kırıyor dizlerini, zemheri, pencereye yaslıyor dirseklerini. Sonra Şair Erdal Çakır yüzümüze vuruyor bütün o görmek istemediğimiz sevimsiz gerçekleri;
“Yaşıtın olamadık bağışla,
Ölecek kadar büyüyemedik,
Büyütemedik canımızı ölümün içini dolduracak kadar”
Bir Ramazan mevsimi gelse de temizlesek içimizi, iç yüzümüzü. Bir bukle üç ay yeterdi bize belki, beş büklümlü kandiline de razıyız yılın, vakti geçmesin yeter ki. Bir yol hikâyemiz olmalıydı, şikâyetsiz: Yolumuz uzun, yolumuz dikenli olsa da “ezel ilimiz, elest yolumuz” değil miydi?
Alın çatlarsa dudaktan önce gök de yarılır topraktan evvel. Alnın kıvılcımlanmadan mümkün müdür tutuşsun seccadedeki izi. Şair Berat Demirci: “Ben ise ‘La’ ya sebep sevmişimdir Leylâ’yı” diyordu bir şiirinde. Soramadan edemiyor insan kendine: Başkasına bakan göz nasıl görür Leyla’yı? Hangi makama karşılık gelir ‘Tanrı’yı özlemek’ erdemi.
Avucumuzda, ebabiller için buğday, teheccüt için üç bölü ikiyi gösteren kadran, işrak vakti için mızrak, bulut için gökyüzü bulundurmalı hasarsız zamanlar adına. Kıtlık günlerimize katık ederiz belki başağında bıraktığımız buğday tanelerini. Bolluk mevsiminde ilmihal gergefini işleyenler kıtlık pazarında kazançlı çıkacaktır elbet.
Sözü yerinden etmek cürmünden hesaba çekilmek de var ufukta. Yeni bir güne uyanmaktan daha büyük bir acemilik yoktur. Sözün acemisi olmak yolun yabancısı olmaktan ehven olsa da. Hiçbir dal yaprağa hazırlıksız yakalanmaz, hiçbir zemheri geceye. Henüz uçmayı öğrenemeyen kuşlar omuzundayken, hazırlıksız yakalanmayasın seni ansız selamlayan bahara.
Bacası tüten bir eve sahip olmayı kim istemez. Bacanın tütmesi yaşam belirtisidir çünkü. Tüten baca umuttur, yanmayan tütmez ve yanmanın tezahürüdür duman. Ardında bıraktığı küldür bize kalan. Gemisi sahile yanaşsın diye denizi bekler insan, tohumu tomurcuğa dursun diye yağmuru, ekinini savurmak için rüzgârı, harmanı kaldırmak için güneşi ve daha nicelerini. Bağışlanma mevsimlerini de ruhunun eşiğinde öyle beklemeli.
Ruhumuzun gerilim hatlarında yalınayak dolanıyor konfor kalıntıları. Uslu bir yaradan çok inatçı bir lekeye benzemeli dualarımız. Bir hayret arama motoru ortamında beklemeli sebepsiz sonuçları. Görebilene günler nasıl da münavebeli. Gördün mü kurşunun önüne kendini atan kuşu, elini eteğini toplayıp sofradan kalkan o son mevsimi?
Organizmanın yerini mekanizmaya bıraktığı günümüzde manevi doymuşluk oranı yüksek olan bütüncül bir ibadet anlayışı ve sinerjisi enerjisinden esinlenmeyen dua merasimleri, insanın en anlamlı ve kalıcı baharı olabilecek zincir sesli mevsimlere taşıyamıyor bizi ne yazık ki. Safta bile omuz başlarının eskimesinden endişe eden bizler için yakınlık ne kadar yakın olabilir? Üstelik onca mücrim yenik düşmüşken zincir sesine.
Her zaman kendine iyi gelmiyor insan. Bahanesi kendine gel olsa da kimsesiz bir mezar kadar alıngan sesinin izdüşümü. Hangi hakikattir ki yontulsun yalandan? Sütü kesildi sütleğenlerin; bazıları yıldızlara baksa da kimine iyi gelmiyor sevgili yalnızlık mevsimi. Aklının kabzasında kalıyor her seferinde parmak izleri.
İnanç hinterlandının mücavir alanlarına yönelik kalkışmayı savuşturacak bir ‘zihin’ baş dönmesine ihtiyacımız var. Çağın müzmin çocuğu acabaların efelenmesine yenildik. Gelgitlerle başı dertte olan düşünsel bir dilemmaya tutulduk. Göğü oyaladık, toprağı oyaladık da erteleyemedik, mülkiyeti bize akıbeti başkalarına ait olan hazlarımızı.
Dilsiz acıların sessiz olur ağıtları. Üzülme diyen bir ulunun ümmetiyiz ya; tarafsız kalamayız, her daim hüzünlü olanı severiz biz. Unutma ki sözsüz sevmeyi, közsüz yanmayı en iyi biz biliriz.