1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Zuhurat İşte!

Zuhurat İşte!
0

12 Eylül 1980’de bir yatılı okulun üçüncü sınıfındaydım.Ortaokuluyla birlikte altı yıl…

İdeolojik kamplaşmalar, kavgalar, gürültüler, marş söylemeler,slogan atmalar, akmayan sular, yanmayan kaloriferler, doyurmayan yemekler, yemeklerde verilen sadece iki dilim ekmekler, kahvaltılarda margarinler, hakikate tahammülsüzlük, sosyalizm gibi izmlerin propagandaları,şuculuk buculuk, çok sık değişen iktidarların siyaset ve dünya görüşüne göre açılan veya kapanan mescitler, yasak kitaplar,gazeteler, gazete yırtmalar, vesaireler…

E tabii bunca dağdağa içinde okulun kütüphanesinde de bir öne çıkan, bir arkaya, hatta kolilere giden kitaplarKütüphaneden önce şöyle bir yaşanmışlık anlatayım da sosyal ve zihinsel ortamı anlayın: Bir gün dediler ki, “Dolap araması yapılacak!”  Yahu dolaplarda ne aranır ki? Yasak yayın. Böyle söylemiyorlar tabii. Herkes dolabının başında bekleyecek, beklerken kimse dolabını öğretmen gelene kadar açmayacak. Öğretmenin biri uzaktan bakıyor, kimse dolabını açmasın diye. Diğeri de sırası gelenin dolabına bakıyor, bakıyordan öte karıştırıyor. Sıra bana geldi. Asma kilidi anahtarımla açtım. Öğretmenin elinde bir sopa, elini sürmeden sopayla dolapta ne varsa altını üstüne getiriyor. Çok onur kırıcı bir şey, 17 yaşında bir genç için. Toz olmasın diye rafların altına serilen gazete kağıtlarına bile bakıyor, ne gazetesi diye. Derken dolabın üst rafında, teksir kağıdıyla kaplı, cep boydan büyükçe bir kitap gördü öğretmen. Elini uzattı ve alır almaz sopasını diğer elinin avucunda tutarak, iki eliyle kitabın sayfalarına göz atmaya başladı. Baktı baktı ve sonra “Birisi mi verdi bu kitabı, yoksa sen mi aldın?” diye sordu. “Birisi vermedi, evden getirdim.” dedim, korkuyla. Biraz daha ayrıntıyla baktı öğretmen, kitabın sayfalarına. Sonra, “Tamam, ancak kimseye göstermeden oku!” dedi ve dolabımı kapatıp kilitlememi söyleyerek diğer öğrencinin dolabına geçti.

Eveet, şimdi neyi merak ettik arkadaşlar, kitabın adını değil mi? Kitabın adı şu: Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı, Sami Arslan. İlk sayfasından şu cümleleri hatırlamaktayım: “Ey Müslüman! Çobansın çoban, ehlini etme kurban. Bak ne diyor Hazreti Kur’an? Sende var ise akıl ile iz’an, Allah’ından biraz olsun utan, utan!” Ben de bu kitabı etütlerde, harita metot defterinin içinde, kimseye göstermeden okudum.

Şimdi tekrar kütüphane konusuna gelebiliriz. Öyle içinde gezip kitaplara bakamıyorsunuz, dokunamıyorsunuz. Çelik bir dolabın içinde ortasından delik kitap fişleri var, oradan bakıyorsunuz ve fişteki bilgileri bir forma yazarak görevliye veriyorsunuz, öyle alıyorsunuz kitabınızı. Yatılı okulda, o yıllarda alkışlanacak bir sistem gerçekten. Fakat bu, okul öğrencilerine kullanışlı gelmiyor, çünkü ne kitap adı biliyoruz ne yazar adı. Nasıl seçeceğiz ki?

O zamanlarda yatılı okulda saat 16.00’dan sonra dinlenme saatleri olurdu. Şimdilerde serbest zaman filan diyorlar hani. Bir dinlenme saatinde gittiğim okul kütüphanesinin görevli masasının üstünde, muhtemelen raflara yerleştirilmeyi bekleyen yedi sekiz kitabın en üstünde koyu sarı kapaklı bir kitap gözüme ilişti: Çöle İnen Nur; Çöle, Bütün Zaman ve Mekâna, Necip Fazıl Kısakürek. Hiçbir çağrışım yapmasa da ismi çok hoşuma gitti kitabın. Bütün zaman ve mekân, nasıl bir şey oluyordu? “Abi bu kitabı alabilir miyim?” dedim kütüphaneciye. “Alabilirsin tabii ama nasıl okuyacaksın, çok kalın.” dedi kütüphaneci ve hiçbir anlam veremediğim, kaçıncı sınıfta olduğumu sordu. “Filan sınıftayım.” dedikten sonra kitap kaydını yaptı ve kitabı verdi.

Konsept değişmişti, harita ve metot defterinin içine koymadan, doğrudan okumaya başladım etütte. Fakat bir mesele vardı, bazı kelimelerin anlamlarını bilmiyordum, bazı cümleleri anlayamıyordum. Mükemmel cümleler ve sınırsız bir coşku, lirizm diyorlar ya şimdi, vardı. Hatta coşku ve samimiyet atmosferi o kadar güçlüydü ki adeta bir his denizinde yüzüyordunuz. Böyle böyle, hiç anlayamadığım yerleri kısmen atlayarak birkaç akşam etüdünde okudum kitabı. Hayatımda okuduğum ikinci kitaptır Çöle İnen Nur.

Şimdi şunu söyleyeceğim: Lisans okumak için gittiğim İstanbul’da, öğrenciliğimin ilk aylarında, Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’nda bir dükkânda bulunuyordum. Sandalyede oturan bir adam, dükkânda bulunan üç dört kişiye heyecanla bir şeyler anlatıyordu. “Necip Fazıl büyük adam, dava adamı. Necip Fazıl’ı anlamayan bu çağı anlayamaz.” tarzında konuşuyordu. Ha evet, lisede tevafuken kitabını okuduğum Necip Fazıl Kısakürek, demek ki büyük adammış.

İşte böyle

Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili ilk duyduğum cümleler bunlar oldu. Zuhurat işte, bilmeden zuhuratın ardı sıra gitmişim…

O yüzden gençlere, okuyacaksanız dersaadette okuyun üniversiteyi, diyorum.  

1964, Kocaeli doğumlu. İlkokulu İzmit’te, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda okudu. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde aldı. 1987’de Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliğine başlayan Ahmet Akçakaya 2019’da emekli oldu. Gençlik yıllarından itibaren başladığı yazı çalışmalarına devam etmektedir. Yazıları Millî Gazete ve Yeni Devir ile Mavera, Yeni Sıla, Ahenk, Ay Vakti ve İkindi Yazıları dergilerinde yayımlandı.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir