Geçmişini ve bugününü şöyle bir taradığımızda insanın bir tarafının, insanoğlunun önemli bir kısmının ‘yok’a ve ‘yokluk’a ne kadar düşkün olduğu görülüyor. Sanki yokluk onu rahatlatıyor. Yok saydığında veya yok saymaya dair varsayımlarına argümanlar arama çabasına koyulduğunda kendinden geçiyor adeta. Allah yok, ahiret yok, hesap yok, cennet-cehennem yok…
Oysa bir şeye yok denildiğinde, karşısına o yok cesametinde bir var koymak gerekiyor. Diğer türlü o yok ve onun sıfatı olan yokluk oyulur gider ve iddia sahibini de kendisine (yokluğa) mahkûm eder. Tersten okunduğunda bu nasıl bir varoluştur sorusunun boyunduruğuna girer insan. Yok sayarak var olmak… Yokluktan bir varoluş inşa etmek…
Allah’ı yok saydığımızda, karşısına hangi var’ı oturtabiliriz ki. Felsefenin ya da daha geniş ölçekte insana değgin düşünme alanlarının hangi biri Allah’a ilişkin bir var’ı çevreleyebilir ki. Kur’an’ı Hakîm’de de Allah var veya vardır diye bir ifadeye tevafuk etmek mümkün değil zaten. “O Allah’tır” der sadece.
Felsefi anlamda bir ‘var’ın kendine ilişkin bir yok’u da kuşatması gerekir. Öbür türlü topal bir vardan bahsetmiş oluruz en hafif ifadeyle. Bu da var’ı var, yok’u da var olmanın tamamlayıcı bir unsuru kılmaktan uzaktır. Dolayısıyla buradan bir varlık anlayışı ve felsefesi inşa edemeyiz.
Bu meyanda benim var ve varlarımı yok sayarak oradan adeta yokun üzerine bir var koymaya çalışmak suretiyle varlık ihdas etmeye çalışan anlayış, çok gülünesi, ciddiye alınır hiç bir özelliği olmayan bir anlayıştır.
