1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Ali Ulvi Baba ve Şiir

Ali Ulvi Baba ve Şiir
0

Ulvi Baba ile 2008’de Bursa İlahiyat Fakültesinin koridorlarından birinde karşılaşmış ve o vesileyle tanışmıştık. Hemen sonrasında Bilal Kemikli Hoca’nın odasında oturmuş ve sohbetinden feyizlenmiştik. Kendi asmasından getirdiği bir poşet dolusu beyaz üzümden bir salkım da hemen oracıkta bir tabağa konularak bizlere ikram edildi. Hayatımda yediğim en lezzetli üzümdü. Başka bir rayihası ve tadı vardı.

 

O günden sonra özellikle İbrahim Gürses Hoca’mla her vesileyle Ali Ulvi Baba’mızdan bahseder hâle geldik. Kalbiyle gülen, kalbiyle okşayan, kalbiyle konuşan Ali Ulvi Baba’mız… Onun yanında sanki vakit dururdu. Vakit durur ve o da sohbetten feyizlenmeye çalışırdı. Şöyle de diyebiliriz: Vakit cennete akardı.

 

2009’un sonlarıydı. İstanbul’da bir dostuma (Muammer Durmuş) misafir olmuştum. İngiltere’de ikamet eden ehl-i tarik kardeşi de (Hayri) oradaydı. Ben Ali Ulvi Baba’mızdan bahsedince İngiltere’de ikamet eden kardeş çok heyecanlandı ve “Ne olur Bursa’ya gidelim ve babamızı ziyaret edelim” dedi. “Ben yarın Bursa’ya geçeceğim, şayet Ulvi Baba’yla bir temas imkânı bulunabilirse size haber ederim gelirsiniz” dedim. Öyle de oldu. Allah razı olsun İbrahim Gürses Hoca’m devreye girdi ve ertesi gün Ulvi Baba’mızla ikindi namazı sonrası Ulu Cami’de buluşma imkânı hâsıl oldu. Dostlarımız da İstanbul’dan geldiler.  Kararlaştırılan gün ve saatte bizim için büyük buluşma gerçekleşti. Ulvi Baba’mız yine çağıl çağıl çağıldıyordu. Ulu Cami’deki sütunların birinin dibinde bir mana cümbüşü yaşanıyordu. Onun mübarek ağzından dökülen her kelam kalbimize dokunup miraç ediyordu. Bir mana ikliminin ortasında kimimiz kırmızı, kimimiz sarı, kimimiz mavi tonlarda açılan güller gibiydik. Her birimiz meşrebini en koyu tonlarıyla izhar ediyordu. Bilhassa Hayri Durmuş kardeşimizin heyecanı görülmeye değerdi. Durup durup Ali Baba’mıza sarılıyor, mübarek ellerini öpüyordu.

 

Yıkanmış, arınmıştık…

 

Sohbetin ardından Ali Baba’mız “Buraya gelmişken ziyaret etmek istediğim bir dostum var, müsaadenizle şimdi onu ziyarete gideyim” dedi.

 

Ulu Cami’nin, Orhan Cami’ye bakan doğu kapısından dışarı çıktık ve orada mübarek ellerini öperek vedalaştık. Ulvi Baba, bizden ayrıldıktan sonra on on beş adım atmıştı ki sağ eli göğsünde olduğu hâlde dönüp bizi selamladı. Biz de hürmetle karşılık verdik. Tekrar yürümeye başladı ve aynı şeyi tekrarlayıp yürümeye devam etti. Yine on on beş adım attıktan sonra üçüncü kez döndü, sağ elini göğsüne koydu ve bizi son kez selamladı. Bu son selamlamada elini göğsünden çektiği anda oradan büyük bir nur hüzmesinin âdeta fışkırdığını gördüm. Donakalmıştım…

 

O gün akşam ben Ankara’ya dönecektim, dostlarım Muammer Durmuş ve kardeşi Hayri de İstanbul’a döneceklerdi. Ali Ulvi Baba’mın göğsünden o nur hüzmesini gördükten sonra bir ses bana, “Bu anın şiirini yazmadan Ankara’ya dönemezsin” dedi. Dolayısıyla ben kaldım, dostlarım döndüler.

 

Ertesi gün İlahiyat Fakültesine Mustafa Kara Hoca’mın odasına gittim. Bir önceki gün yaşadıklarımı hocama anlattım ve “Şimdi bunun şiirini yazmak üzere buraya geldim” dedim. Mustafa Hoca’m “Kütüphaneye çık, şiirini orada yaz ben de sana çay göndereyim” deyince ben kâğıdımı kalemimi alıp kütüphanenin yolunu tuttum.

 

Hocam çay gönderdi, ben de şiiri yazdım. Şiir bitince hocamın odasına dönüp şiiri kendisine okudum. Mustafa Hoca’m gözyaşlarıyla dinledi. Hocam bu şiirin adı ne olacak diye sorunca o hiç beklemeden “Üçüncü Selam” diye karşılık verdi. Böylece şiirin adı da konulmuş oluyordu.

 

Akabinde Ankara’ya dönüşe geçmiştim.

 

Şiirden sonraki yıllarda Ali Baba’mla birkaç defa daha görüşme şerefine erdim dostlarımla birlikte.

 

Bir gün akşam evimde otururken telefonum çaldı. Arayan Mehmet Çerçi Bey’di. “Sultanımın yanındayım, şiirini kendisine okudum, seninle görüşmek istiyor” dedi. Şaşırmıştım. Ali Baba’m telefonun ucundaydı. Şiirle ilgili ne söyleyebilirdim ki kendisine. Tutuldum. Okunandan etkilendiği belli olan bir sesle hâl hatır sordu, teşekkür etti, “Dua buyurun” dedi. Ben gerçekten ne diyeceğimi bilemez duruma düşmüştüm. Yazdığım şiir o büyüklük karşısında ne ifade ederdi. Ama o kadar büyük bir melametle hitap ediyordu ki. “Efendim ellerinizden öperim, efendim ellerinizden öperim, duaya muhtaç olan benim, dua buyurun, himmet buyurun” diyebilmiştim.

 

Ali Baba’mı son ziyaretim, yıllar önce İbrahim Gürses, Hüseyin Pala ve Mehmet Kayır’la birlikte gerçekleşmişti. Avukat Fethiye Hanım, hizmetlerine bakıyordu. Ali Baba’m yine her birimizi cevherden birer gerdanlık takarak uğurlamıştı bizi. Fethiye Hanım bize süt ikram etmişti. Müthiş bir adanmışlık görmüştüm Fethiye Hanım’da. Son anına kadar bu hizmetlerine hayranlık uyandıracak bir sadakat ve vefa ile devam ettiğinden haberdarım. Kendisine bu meyanda şükran ve hürmetlerimiz bakidir. Aynı zamanda Fethiye Hanım’ın vefa ve sadakatine eşlik eden eşi Saadettin Bey’e de kalbi teşekkürlerimizi arz etmek, bize düşen vefanın bir gereğidir.

 

Ali Baba’mız günümüz Melamiliğinin en önemli simalarından biriydi. Vefatıyla insanlar hatta insanlık büyük bir aşk ve mahviyet erini kaybetti. Eksildik, ıssızlaştık, gurbetleştik…

 

Rabbim sırrına ve feyzine nail olanlardan eylesin.

 

 

Erdal Çakır Erzincan -1960 doğumlu. Erzincanlı. Bursa İlahiyat Fakültesi mezunu. Hece Yayınlarından çıkan Sır Gölgeleri, Sultana Mektuplar, Hû ve Hüznün Efendisine adlı 4 şiir kitabı bulunmaktadır. Aile Bakanlığı'ndan emekli olup Ankara'da ikamet etmektedir.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir