Siz bir ağaçtan dayak yediniz mi hiç?
Ben yedim.
Öyle çocuk falan da değildim.
Bir ağaçtan düşüp yaralanma hikâyesi de değil bu.
Kızıl, kıpkızıl bir günde, çorak mı çorak bir arazinin tam ortasında tek başına duran bir limon ağacından yediğim dayağın hikâyesi…
Hatırlıyorum bir ilkbahar ikindisiydi. İlk o zaman görmüştüm limon ağacını. Bir arkadaşıma gidecektim, yolumu kaybetmiştim…
Kalbimde kaybolmanın verdiği sıkıntıyla yürüyordum. Derken mis gibi bir koku belirdi, anlamadım nereden geldiğini. Arkadaşımı unutup, kokuyu takibe koyuldum. O koku beni limon ağacının yanına götürdü. Aman Allah’ım nasıl bir ağaçtı bir görseniz. Kocaman ve burcu burcu limon kokusu…
Çiçek açmış, yeşil körpe yapraklarının arasında, beyaz, sarı…
Böylesine bir güzellik… Hem de bu çorak topraklarda ve tek başına.
Büyülü güzellik peşi sıra merak da getirdi ister istemez. Sadece boz gevenlerin egemen olduğu bu topraklar nasıl olur da limon ağacına kucak açardı.
Baş döndüren güzellikte, başımı ağrıtan sorularla cebelleşirken bir kırlangıç belirdi yanı başımda. Ağzında minik bir limon çekirdeğiyle. Toprağı eşeledi, çekirdeği bıraktı, üstünü örttü ve uzaklaştı. Bir sarsıntı oldu toprakta, çatırdayan ağaç kabuklarının çıkardığı sesle birlikte. Toprak sanki nefes alır gibi gerildi ve hemen sonrasında yavaşça duruldu. Üstümdeki bir kıpırtıyla irkildim, başımı kaldırdığımda ağacın yukarı dallarından birisinde yeni küçük bir dal uzamaya başladı. Uzaması tamamlandığında ucunda sarı, beyaz bir çiçek belirdi.
Limon ağaçlarının ülkesi çok uzaktı buraya. Demek ki kırlangıçlar getirdi onu buraya. Uzun bir göç olmalıydı bu.
Kırlangıçlar göç eder mi diye sormayın, bilmiyorum, etmiş işte.
Kuşa verilen görev, tohumu bu çorak toprağa bırakmakmış, o da bırakmış…
Çorak toprak da su olur mu diye sormayın. Bilmiyorum, olurmuş işte…
Toprağa verilen görev, sulamakmış ağacın köklerini, nasıl yapmış bilmiyorum ama sulamış…
Bu kurak iklimde limon ağacı mı yetişirmiş, bilmiyorum, onu da sormayın, yetişmiş işte…
Bu kurak iklime verilen görev, büyütmekmiş limon ağacını, o da büyütmüş…
Bir de demek ki kırlangıçlar hep gelmiş buraya. Az önce şahit olduklarımdan sonra ağacın bu kadar büyümesini anlıyorum şimdi.
Ama daha çok büyürse ne olacak. Uzak- yakın tüm insanlar görmeye gelecek ağacı… Ağacımı… Benim ağacımı…
Pis bir kıskançlıktı bu. Bedenimi iyice sarmaya başlamıştı.
Ağacı nasılsa ilk ben görmüştüm, ya da öyle olmalıydı. O zaman bu ağaç benimdi.
Kimse, ama hiç kimse gelmesin istedim buraya. Özellikle de kırlangıçlar. Daha fazla büyümemeliydi ağacım. Kıskançlık öfkeye, öfke benliğime galip gelmişti artık…
“Kırlangıçları uzaklaştırmalıyım!” diye bir ses haykırdı içimden. “Metalden kocaman bir korkuluk yapmalıyım” diye cevap verdi beyin hücrelerim.
“Hem de korkunç sesler çıkarsın” diyerek ondan daha korkunç bir ses çıktı gırtlağımdan.
Yaptım…
Maalesef yaptım…
Hafif esen bir rüzgârda bile şıngırdayan, böğüren, gıcırdayan bir korkuluk.
Ağacın gövdesine saklanıp kırlangıçları bekledim. “Bakalım işe yarayacak mı?”
Yaradı…
Maalesef yaradı…
Bir kırlangıç belirdi sarı güneşin önünden, süzüldü ağaca doğru… Tam yaklaşmıştı ki, metalden korkuluk tüm hünerlerini göstermeye başladı. Minik kırlangıç anlamadı ne olduğunu. Ağaca hep yaklaşmaya çalıştı ama cesaret edemedi bir türlü. Nereden bilsin ki karşısındakinin sadece ses çıkarmakta mahir, cansız, çürümüş bir beden olduğunu.
Kırlangıcın ağzından düşmedi çekirdek, toprak esnemedi, yeni bir dal belirmedi ağacın gövdesinden. Korktu ve uzaklaştı kırlangıç.
Ardından ağacın koca bir dalı gürültüyle düştü üstüme. Yüzüm, kollarım yara bere içinde kaldı. Düşen dal sanki onlarca yıl önce kopmuş gibi kuruyuverdi gözlerimin önünde. Uzandığım yerden gökyüzündeki başka bir kırlangıca ilişti gözlerim. O da yaklaşamadı, doğrulup kaçayım dedim ama bu kez daha büyük bir dal düştü, bacaklarım kan-revan içinde kaldı.
Anladım hatamı. Korkuluğun yanına vardım. Ellerimle parçalamaya başladım.
Metal korkuluk… O da parçaladı ellerimi. Üstüme yığıldı, sesi-soluğu kesildi. Çok zor oldu ama sıyrıldım demir levhaların arasından. Haftalarca her bir parçasını götürebileceğim en uzak yerlere götürdüm.
Kırlangıçları bekledim günlerce aç, susuz… Tüm ümitlerimin tükenmeye başladığı bir anda geldi onlarcası ağızlarındaki küçük çekirdeklerle.
Geriye renkler kaldı zihnimde,
Yaralarımdan akan kanın kırmızısı
Korkuluğun siyah gövdesi
Limon ağacının yeşil yaprakları
Limon ağacının beyaz çiçekleri…
Heycanla okudum. Çok beğendim. Olayı hikaye edişi okuyucuyu mevzunun içine çekiyor. Kısacık yazıda içselleştirebiliyorsunuz.
Mesajınız mestur olmuş. Okuyan arkadaşlara tavsiyem limonun coğrafyasına ve son satırlardaki renkleri bir bayrak üstünde düşünmeleri olacaktır.
Bu vesileyle Sandy Tolan, Limon Ağacı kitabını ve Filistinli kardeşlerimi hatırlatmak isterim. Rabbim bu zulmü devirmede bizim ellerimizi vesile kılsın!
Hocam kaleminize sağlık. Ne kadar güzel olmuş.
Elinize, emeğinize sağlık. Güzel bir sabah okuması oldu 🤍
Taha hocamın yazdıkları çok değerli okuduktan sonra çok şey öğrendim
Taha hocam döktürmüş