Bazılarının şöyle dediğini duyar gibiyim: “Hocam, biz Harun Reşid değiliz ki Behlül’ümüz olsun!
Hayır, kastettiğim o kıvamda biri değil.
Hepimizin zaman zaman sohbetlerde takıldığı, görünce tebessüm ettiği, latifeler yaptığı, bazen ileri gidip dalga geçtiği insanlar vardır. Kastettiğim, bu tarz bir arkadaş da değil. Aslında anladınız ama yine de biraz açıklayayım.
İnsanlar, fiziken farklı yaratıldıkları gibi zihinsel yetenek, beceri ve kabiliyetler açısından da farklı özelliklerde yaratılmışlardır. Bunun bildiğimiz bilemediğimiz pek çok sırrı, hikmeti vardır. Bu farklı özellikler, kişinin büyümesiyle birlikte kendini ortaya koyar. Kimi zaman yapılan müdahalelerle, erken teşhislerle sonuç alınırken kimi zaman da tüm tıbbi müdahalelere rağmen akli melekelerin geliştirilmesi, bir noktanın ilerisine geçemez.
Artık o insanlar evde, okulda, işyerinde, toplumda farklı ve özel durumlarıyla var olmaya çalışırlar.
Bazı hareketlerine bakınca “deli bu!” dediğiniz insandan kimi zaman öylesine “veli”ce tavırlar yansımadadır ki akıl kârı değil.
…
Behlüllere en çok cami çevresinde rastlarız. Caminin toparlayıcı yönü burada da görülür. Cemaatin ilgisi, takılmaları, gelen yabancıların sadaka niyetine olan destekleri, iki tarafı da memnun eder.
Mahallelerde de kasaba çarşılarında da bir neşe unsuru olarak görürüz onları. Her ne kadar zalim bazı çocuk ve büyüklerin sataşmaları herkesi rahatsız etse de genelde keyifleri yerindedir. Adeta bir dokunulmazlık zırhını kuşanmışlardır. Neşe kaynaklarımızdır. Bir baklavacıda alacak bir dilimi, kebapçıda bekleyen bir dürümü, fırında hazır ekmeği, bakkalda sunulacak ikramlığı, bazı insanlardan sunulacak harçlıkları hazırdır. O hakları her zaman bakidir.
Bizim neşe kaynaklarımızdır onlar aynı zamanda. En ciddi ortamları yumuşatan jest ve mimikleri, kendilerinden beklenmedik bilgelikleri, düşündüren yorumları, derinlikli bakışları ile bulundukları ortama kattıkları renk ile özel insanlardır onlar.
“İnsanlar üç sınıftır. Deli, yarı deli ve akıllı. Deliye gelince, sana ondan bir zarar gelmez, yarı deliye gelince o seni yorar, akıllıya gelince o sana yük olmaz.”
…
Sizin behlül bir dostunuz var mı bilmem…
Ama olmalı.
Sıkıntılı bir anımızda, meşgul olduğumuz bir zamanda, dakikaların, ayağını sürterek yürümekte direndiği zamanlarda bir psikolog, inanç krizi yaşadığımız anlarda adeta bir mürşid, nasihat istediğimizde bir vaiz, yokluğu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir anda bize ne kadar zengin olduğumuzu hatırlatan bir behlülümüz, behlüllerimiz olmalı.
Zaman zaman onları görmeliyiz. Uzaktan ve de yakından, varlıklarından haberdar olmalıyız.
Ve o behlüllerin cebine, zaman zaman küçük harçlıklar vermeli, sırtını sıvazlamalıyız.
Tükürüklü ağzıyla sevgisinin, yanaklarımızdan tüm bedenimize yayılmasına fırsat vermeliyiz.
Dua talebinde bulunmalı, en azından onu memnun etmeliyiz.
…
Behlül adını bu kadar andıktan sonra bir behlül hikayesi anlatmazsak, behlüller bize sitem eder.
Harun Reşit, Behlül Dana Hazretleri’nin talebi üzerine ona bir iş verir:
“Senin görevin fırınları denetlemek. Şehrin tüm fırınlarından sen sorumlusun.”
Behlül hemen çarşının yolunu tutar. Bir fırıncıya gider, ekmekleri tartar, hepsi de eksik çıkar. Canı sıkılır, üzülür. Sahibini çağırarak sorar:
“Sana bazı sorular soracağım ama Allah için doğru söyleyeceksin.” der.
Fırıncı suçunun tespitinden hareketle endişelidir.
“Tamam efendim, buyurun!” diye karşılık verir.
“Hayatından memnun musun? Huzurlu musun? Aile olarak mutlu musunuz?”
Gelen cevaplar hep olumsuzdur.
Bir şey demeden fırını terk eden Behlül’e arkadan seslenir fırıncı:
“Bana bir şey demeyecek misin?”
“Hayır, bir ceza vermeyeceğim.” der ve devam eder yoluna.
Sonra başka bir fırına uğrar. Tarttığı tüm ekmeklerin gramajının belirlenen ağırlığın üstünde olduğunu görür. Fırıncıyı çağırarak ona da aynı soruları sorar.
“Hayatından memnun musun? Huzurlu musun? Aile olarak mutlu musunuz?”
Tüm sorulara olumlu cevaplar verir fırıncı.
O da memnuniyetle ayrılır. Doğruca Harun Reşid’in sarayına yönelir, halifenin huzuruna çıkar.
“Benim görevim tamamlandı. Artık orada çalışmama gerek yok!” der.
Halife şaşkın bir hâlde sorar:
“Ya nasıl olur? Sana bu görevi vereli yarım gün olmadı. Nasıl bitirir, bırakırsın?”
“Benim fırıncılarla işim kalmadı. Başka bir iş ver. Çünkü çarşı pazarın zaten bir ağası, müfettişi varmış. Herkes ekmekle birlikte vicdanını da teraziye koyuyor ve sonucunu da yaşıyor. Ayrıca benim kontrol veya ceza vermeme gerek yok!”
…
Süleyman Uludağ hocam, Behlül maddesinde şöyle bir tanım ve giriş yapar:
“Allah aşkından dolayı deli divane olan sûfî, mecnun ve meczuplara verilen ünvan.
“Güleç yüzlü ve cömert insan” anlamına gelen behlûl (Arapça telaffuzu ile bühlûl, çoğulu behâlîl, bühlûlât), başlangıçta her türlü hayır ve fazileti kendisinde toplayan seçkin kişilerin sıfatı veya özel isim olarak kullanılmıştır. II. (VIII.) yüzyıldan itibaren ise nadir görülen ve sonraki devirlerde sayıları giderek artan mecnun ve meczup ermişlerin ünvanı olarak kullanılmaya başlanmıştır.” (TDV, İslam Ansiklopedisi)
…
“Girdâb-ı şuûr içre ser-geştedir âkiller
Âzâdeliğin zevki dîvânede kalmıştır.”
(Başları dönüp duran akıllı zâtlar, şuûr girdâbına düşmüşler;
Hürriyet (her şeyden kayıtsızlığın, âzâdeliğin) zevki ancak dîvânede (delide) kalmıştır…” (Esrar Dede/ Sad: Mustafa Benkli)
…
Neyse sözü uzatmayayım, Behlül’üm, Hacı Bayram’da beni gözler.
Bilirsiniz, onlar bekletilmeye gelmez, bizi de hesaba çekerse fırıncılar gibi hâlimiz ne olur bilemem.
Bence siz de Behlül’ünüzü bekletmeyin…
