Kar, ince bir tül gibi örttü Ankara’yı. Ucundan tutup hafifçe kaldırsak bu tülü, altında el değmemiş bakir bir morluğa değecekmiş gibi elimiz. Kim bilir, belki de bir yazgının son nefesine, bembeyaz bir mahremiyete, uzaklardan getirilemeyen yakınlıklara, sarf edilecek bir dil bulamamış sözlere, kimsesizler mezarlığına defnedilmiş bir manaya değecek elimiz.
Kar… Gökten inen beyazlık. Üstümüze yağan iffet. Odanın penceresinden bakan gözlerde buz tutan buğu. Hangi hatıra geri getirilebilir veya hangi olay hatıra olsun diye yaşanır. Hiç akşam görmemiş sabahlar, sabaha vadesi yetmemiş akşamlardan süzülüp gelen ıssızlığın yalın kılıç doğradığı vakitlerden köşesine sinmiş bir ‘an’a teselli kabilinden ne söylenebilir.
Yine de biliriz ki kar var, üstümüze yağmaktan kibirlenmeyen, ayaklarımız altında kalmaktan gocunmayan. Kalbimizde eriyen sıcaklığıyla ruhumuza serilen örtü.
Tabloyu tamamlayan sımsıcak demli bir çay…
Ve henüz yazıya girme yasağı getirilmemiş sigara.