1. Anasayfa
  2. Edebiyat

Tarık Tufanlar Göçüyor Müntehir Kentlerden

Tarık Tufanlar Göçüyor Müntehir Kentlerden
0

Gördüm. Önce yaradan Rabbinin adıyla okuyan sürmeli gözlerden çekilmiş bir merhamet düştü sokaklara. Gece isli isli yağdı caddeler boyu uzayan yalnızlıkların üzerine. Sonra onlar çıkıp geldi dörtnala. Lacivert bir koku dolandı nal şakırtılarının kaldırımlarda bıraktığı suskunluğun boğazına. Atar damarlarından kan çekildi şehrin. Ve bir kent kendini gökdelenlere astı.

Gördüm. Yüzlerce at… Kuyrukları kalın bir saç örgüsünün düğümüyle tutunmuş yılkılık zamanlara. Tıpkı annemin ördüğü saçlarım gibi… Tiftik tiftik… Nasır tutmuş ellerinin yer yer kanatlandırdığı saçların gerisinde bir örgü. Bir çaresizlik yumağı annemin nasırlı örgüsü… Sonra koşmaktan yorgun bedenin burun deliklerinden çıkışı… Uzun solumalar, bakışları buğulandıran bir belirsizlik… Tıpkı kalbi elinde öylece uzanıp kalan abim gibi… Tutunamamanın soluksuz nefeslerden çıkışı abimin kaskatı bedeni… Ve sonra her biri at sırtında yüzlerce yaşam yorgunu insan… Ardına bakmadan atlarını yıldırım hızında sürüyorlar şehrin dışına…

Yol kenarında gözlerine dolan tozları kırpıştırarak uykuya uyanan bir ben varım bir de karşı caddedeki adam. Kır saçı ve sakalı, derinliği yoklayan gözleri, sakinliğin içinden çıkıverip fırtınalar estirecek gibi öylece dimdik ve donuk duruşu bir bilgeyi andırıyor. Sonra vazgeçiyorum. Bilge olsa ne bileyim biraz pejmürde falan olmaz mı? Hırpani demeliydim belki. Pejmürde, hırpani, bilge… Ne garip, insan bilmek için yoksunluğa muhtaç…

Adam, anlatmaya başlıyor at sırtında gidenleri:

 

  • Şu, kucağında çocukla at süren kız çocuğu… İsli lambaların gecelere konduğu bir karanlığın küçük kadını Mahallenin çamuru daha küçücükken önce eteğine sonra kalbine bulaşmış. Fırtınalı bir gecenin sabahından aylar sonra kucağında bulduğu şeyi çamur sanmış. Yıkamış, göğsünü kanatırcasına çitilemiş. Ama çıkmamış çamur. Çaresiz göç etmeye karar vermiş başka bir çamurlu kente.
  • Bak şu ayakları kan içindeki adam… Kırmızıyı bir renk değil beden gibi giymiş üstüne. Parmak uçlarından başlayan sızı bütün acılarını bir tırnak gibi çekip atmış zamanla. Kör bir kerpetenin ucundaki tırnaklarına bakmanın kırmızısı ve sızısı… Sonra karanlık duvarlara yazdığı cümleleri boğazında öylece düğümlenmiş, yutkunsa Ama yok. Yutkunmasın diye boğazını sıkmışlar. O yumru kalakalmış olduğu yerde. Bir elektrik akımı tüm bedenini dolanırken o hala yutkunma derdindeymiş. Çünkü biliyor musun insanı asıl öldüren şey bilirken susmak.
  • Sonra şu kot pantolonlu, cübbeli genç… İnanmak ihtiyacı bir çocukluk korkusu olup yolunu kesince kalakalmış iki dünya arasında. Ne yana dönse elif, be, te, se’li anılar… Duvarların arasından süzülen davudi sesler, boynu bükük taş zeminle söyleşen derviş bakışları, hep içine içine akan sövgüler… Bu adam, ‘İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım.’ arzusunda bir şair desem, değil. Belki de göğe bakınca korkulu bir gözetlenme duygusunda boğulan tespih tanesidir, kim bilir.
  • Bakma bu yaşlı kadının kan revan içinde olduğuna… Onlar kan değil hüznün, kahrın, sitemin kırmızı olup dibe vurduğudur. Mübarek bir beldenin dualı semalarından düşen bir görmezden gelmişliğin bomba bomba yağdığıdır bu kadın. Mütebessim kanatları altında inananları kardeş yapan bir incelikler elçisine sırt çeviren ümmetin düştüğü halin resmidir bu kadın. Bu kadın iştahı bir türlü kesilmeyen katiller sürüsünün dişine takılan et parçasına kürdan olmuşluğun azabıdır. Bu kadın yüzyıllar boyu ben Müslümanım diyenin vicdanında bir sancıdır. Artık ne fark eder ölmüş ölmemiş, orta yerde yok olan insan olma hali…
  • Ne yana dönsen şehrin içinden geçtiği yığınlar… Duman çekip geceye küfrü basanlar, kapıları caddelere sımsıkı kapayanlar, arka mahallelerde ayaza sarınıp yatanlar, bir orkestra şefinin modern borazanlıklarıyla özgürleştirilen gençler, konserve kutularına sıkışmış bayat yalnızlıklar, kokuşmuş terli seher yeli, kalpte olsa yeter inanmışlıklar, -lar, -lar, -lar… Kendini insana asmış sokaklar…

Anlatmaktan değil ama tanık olmaktan yorgun düşmüş, bilge olup olmadığına karar veremediğim adam öfkeyle baktı gözlerimin içine:

  • Anlamıyorsun değil mi? Tarık Tufanlar göçüyor müntehir

 

“Tarık Tufan kim?” diye sormadım. Anladım ki Tarık Tufan, aradığım o pejmürde ve hırpani bilgeydi…

  Doç. Dr. Bedia KOÇAKOĞLU   27 Haziran 1980 yılında Antalya’nın Alanya İlçesi’nde doğdu. Orta ve lise öğrenimini Alanya Anadolu Meslek ve Kız Meslek Lisesinde tamamladı. 2002 yılında Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. 2003’te Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Araştırma Görevliliğine başladı. 2006’da Aşkın Şizofrenik Hâli: Sevim Burak başlıklı tezi ile yüksek lisansı, 2011’de Postmodernizm Sorunsalı ve Türk Edebiyatında Geleneksel Tahkiyenin İzleri başlıklı tezi ile doktora programlarını aynı üniversitede tamamladı. Aynı yıl Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaya başladı. 2015 yılında Doçentlik unvanı aldı. Hâlen aynı üniversitede öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Birçok bilimsel kitap, makale, deneme ve bildiri kaleme alan Koçakoğlu’nun roman ve öykü türünde de eserleri bulunmaktadır. Yabancı dili İngilizce olan yazar, evli ve bir kız çocuğu annesidir.    

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir