Bizimle İletişime Geçin

Düşünce

Tekfir Etmek Kolay mı?

 “Ehl-i kıblenin tekfîr edilmemesi” şeklinde belirlenen ilkesel durum, aslında sosyolojik olarak mü’minlerin bir arada ve bir bütün olmalarını sağlamak şeklindeki gayeye matuf bir çaba olarak görülmelidir. Kâbe’yi kıble olarak görenleri tekfîr etmenin mümkün olmadığını düşünmek gerekir.

EKLENDİ

:

Bir Müslümanı, Müslüman görüneni, kâfir olmakla itham etmek kolay mı?

Mü’minleri kuşatıcı bir ilke olan “Ehl-i kıblenin tekfîr edilmemesi” ilkesini ilk defa ortaya atan isim Ebu Hanife olarak bilinir. Bu ilke, Ehl-i sünnetin şiarı olarak görülür. İslâm’ın ilk dönemlerinde tekfir imân-amel münasebeti tartışmaları bağlamında gündeme gelir. İlerleyen süreçlerde farklı konuların dâhil edilmesi sonucu, ehl-i kıblenin tekfîri temel bir mesele hâlini alır.

Tekfîr Meselesinin Tarihsel ve Teorik Arka Plânı

Allah Rasulü’nün vefatını müteakip ilk dönemlerde Müslümanlar çeşitli ihtilaflar yaşadılar. Eş‘arî’nin ifade ettiği gibi, insanlar ihtilaf ettikleri hususlarda birbirlerini sapıklıkla suçladılar ve birbirlerinden uzaklaştılar. Böylece onlar, zıt fırkalar ve dağınık gruplar hâline geldiler.

Tarihte ilk defa büyük günah işleyenin dinî ve itikadî durumu bağlamında kullanılan tekfîr kavramının o dönem için bu konuyla irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır. Ancak sonraki süreçlerde meselenin imân-amel münasebetini aştığı görülmektedir.

Öte yandan bu hususta “teolojik bir küfür” yerine “sosyolojik bir küfür” söz konusu edilmekte, bu durum toplumsal anlamda pek çok mahzuru barındırmaktadır.

Tarihî süreç dikkatle izlendiğinde tekfîr; farklı görüşlere sahip grupların, muarızına eleştiride bulunmanın ötesine geçerek artık tahammülün kalmadığı ve hatta muhataplarına karşı üstünlüğü elde etme aracı olarak kullanılır olmuştur. Benzer bir durum, sosyal medya ile birlikte “açık toplum” hâline geldiğimiz bu gün, eskisinden çok da farklı olmayan bir şekilde yaşanmaktadır. Bid’atçilerin birbirlerine üstünlük sağlamak maksadıyla başvurdukları bir yöntem olduğu da bir gerçektir.

Tekfîr, temelsiz ve keyfî bir şekilde kullanılırsa mesele tekfîrin ötesinde başka bir duruma yani “tekfîrciliğe” dönüşmektedir.

Mezhepler Ne Diyor?

Yukarıda verilen bilgiler ışığında İslâm mezheplerinin konuya yaklaşım biçimlerine ve bu anlamda meydana gelen farklılıkları şu şekilde özetlemek mümkündür:

  1. Haricîlik İslâm tarihinde katı ve sert tutumuyla âdeta tekfîrciliğin bayraktarlığını üstlenmiştir.
  2. Haricî fırkaların kendi aralarında kısmî farklılıklar görülse de ortak nokta amelin imândan bir cüz’ olmasıdır/sayılmasıdır.
  3. Konuyla ilgili Şia’ya baktığımızda imân-amel ilişkisine dair görüşlerinin devamı olarak mürtekib-i kebirenin küfrüne hükmetmezler. Ancak Şia açısından esas mesele olan imâmetle irtibatlı hâle getirilerek değerlendirilen bir tekfîr mevzusu mevcuttur. Buna göre Şiî fırkalar arasında imâmet anlayışını kabul etmeyen kişinin küfürle irtibatı gündeme gelmektedir.

Tekfîr meselesini ele alırken Ehl-i sünnet’in hareket noktasını “Ehl-i kıblenin tekfîr edilmemesi” ilkesi oluşturmaktadır. Bu ilkenin Ebu Hanife tarafından ilk defa dile getirildiği kabul edilmektedir.

Ehl-i sünnet açısından “kıble ehli olanın tekfîr edilemezliği” şeklinde daha genel ve kapsayıcı prensiple hareket edilmesi anlamlıdır.

Konuyla ilgili önemli hususlarda biri de tekfîrin esasen taklit ve taassupla irtibatlı bir olay olmasıdır. Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın manâ ve lafız olarak yaratılmış olduğu) örneğinde olduğu gibi ihtilaflı meselelerde taraflardan birinin görüşü nedeniyle meselenin tekfîre konu edilmemesini dile getiren İcî gibi İslâm bilginlerinin duruşunu dikkate almak gerekir.

Görüldüğü gibi farklı görüşlere ve düşüncelere sahip olmaktan dolayı Ehli kıblenin tekfîri meselesi mümkün olmadığı hâlde zaman, bunun böyle olmadığını göstermiştir. Tarihte olduğu gibi bu gün de tekfîr, itikâdî konulara dair tartışmalarda karşıt görüşlere ve fikirlere yönelik bir psikolojik üstünlük sağlamaya matuf bir silah hâline dönüşmüştür.

Ehl-i Kıblenin Kimliği

Ehl-i kıble genel olarak “Ka’be’ye yönelerek namaz kılmanın farz olduğuna inananlar” şeklinde tanımlanmaktadır. Bununla kastedilen şey, “inanılması zaruri olan itikadî meseleler üzerinde ittifak edenler”dir. Buna göre farklı mezheplere uyan bütün Müslümanlar bu şemsiye altında toplanmaktadır.  Ehl-i sünnet’in bu hususu bir ilke olarak benimseyip kabul ettiği dikkate alınırsa tekfîrin adeta imkânsızlığını savunmak zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan küfrün, inanılması zorunlu olan hususlarla alakalı olduğu dikkate aldığında “elfâz-ı küfür” meselesinin kaynaklarımızda müstakil olarak değerlendirildiğini görmezden gelmemek gerekir. Nitekim mesele literatüre “imândan çıkarak küfre girmeye sebep olan sözler” şeklinde geçmiştir.

Ehl-i bid’at kavramı ise daha çok bid’at çıkaranlar anlamında kullanılmaktadır. Bu kavramın içine Şia, Haricîler, Mürcie, Mu‘tezile, Müşebbihe ve Cebriye gibi fırkalar girmektedir. Mezkûr ismin/sıfatın bu fırkaları ifade etmek üzere kullanılması aslında onların küfre düşmedikleri dolayısıyla İslâm dairesinin dışına çıkmadıkları şeklinde anlaşılmaktadır.

el-İcî’ye göre ehl-i kıbleden hakka muhalif olan kimseler, Zarurât-ı Diniyyeden birini inkâr etmedikçe tekfîr edilemezler. Böylece ehl-i kıblenin tekfîrinin imkânsızlığının aslında ilkesel bir duruşa dönüştüğü anlaşılmaktadır. Dolayısıyla tekfîr, zarurat-ı diniyye bağlamında ele alınması gereken bir konudur. Böyle olunca farklı mezheplere tabi olanlar dinî ve itikadî bakımdan inanılması gereken hususlarda bir eksiklik göstermemişlerse tekfîr edilemezler. Bu bakımdan ihtilafa konu olan meselenin zarurat-ı diniyye kapsamına dâhil olmasına bakarak değerlendirme yapmak en uygun tutum olacaktır.

Tekfîr Meselesinin Ehl-i Kıble Bağlamında Ele Alınması

Bir insanın dinî ve itikadî konumunu ifade etmek üzere gündeme gelen tekfîr, esasında büyük günah sahibi olan kişinin dinî kimliğini ve hükmünü belirlemeye matuf bir mesele olarak görülmelidir. Çeşitli alt başlıkların mevzubahis olduğu tekfîr meselesine ilişkin en önemli kavram hiç şüphesiz “ehl-ı kıble” olmaktadır. Zira bu niteleme sosyolojik anlamda inananların tevhidini/birlikteliğini sağlayan veya tamamen yok ederek önemli bir sonucu ortaya çıkarması bakımından önemlidir.

Bu noktada Ehl-i kıble’ye ilişkin yapılan izah önemlidir. Zarurat-ı diniyyeden olan bütün hususları kabul edenler ile bu hususta bir ihmalkarlık ve kusurda bulunanlar Ehl-i kıbleye dâhil edilmektedir. Ebu Hanife, kullar arasında meydana gelen tekfîr ile Allah’a karşı işlenen suçlara bağlı tekfîr arasında bir ayrım yapmaktadır.

Allah’a ortak koşmak ve ona karşı işlenen suçlar ve haramlar ile onu yalanlamak küfür olmakta, onun kullarına karşı yapılan haksızlıklar ise küfür kapsamında değerlendirilmemektedir. Dolayısıyla Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayan kimse ile Allah’ın kullarından birisini yalanlayan kişinin durumu aynı değildir.

“Ehl-i kıblenin tekfîr edilmemesi” şeklinde belirlenen ilkesel durum, aslında sosyolojik olarak mü’minlerin bir arada ve bir bütün olmalarını sağlamak şeklindeki gayeye matuf bir çaba olarak görülmelidir. Kâbe’yi kıble olarak görenleri tekfîr etmenin mümkün olmadığını düşünmek gerekir.

Çok Okunanlar