Yazının başlığı Sezai Karakoç’un Çocukluğumuz adlı şiirinin bir dizesi. Şair bu şiirde annesinden aldığı ilk dinî terbiyeyi ve sevinci anlatır. Şairin annesinden öğrendiği ilk bilgi, Allah’ın insana şah damarından daha yakın olduğu bilgisidir. Bu bilgi Kuran-ı Kerim’deki bir ayete vurgu yapar. Buna göre, Allah’la aramızdaki mesafe şah damarı kadardır.
Allah’ın insana bu manevi yakınlığına rasyonel deliller getiremesek de onun varlığını kirlenmemiş vicdanımızın derinliklerinde duyarız. Karakoç’un içini kaplayan sevinç, varlığımızın derinliklerinde hissettiğimiz bu inançla ilgilidir. Bu hissiyatı çocukken daha çok annemizden alırız. Anne manevi dünyamızın mimarıdır. Anne ruhsal bir iklimdir. Baba ise biraz daha toplumsal bir varlık olarak annenin bir adım gerisindedir. Anne doğduğumuz rahimidir. Rahim Allah’ın güzel isimlerinden biridir. İlk çekirdek bilgi olarak annesinden Allah’ı öğrenen çocuk, bu inancın mütemmim cüzlerini de zamanla içselleştirmeye başlar. Sezai Karakoç’ta bu mütemmim cüzlerin ilki, gül sembolüyle anlatılan Peygamberdir. Gül “iyilik güneşi” olan peygamberinin teridir. Güle bu denli güzel ve derin bir anlam yüklenilmesi diğer Müslüman topluluklarda var mıdır bilemiyorum. Milletimiz sonsuz bir hürmetle andığı peygamberini çiçeklerin en güzeline benzeterek ölümsüz bir imgeye dönüştürmüştür.
Peygamber sevgisi milli irfanımızın ufkudur. Karakoç’un andığı bir diğer isim de Yunus’tur. Türkçeyi İslamlaştıran, Anadolu topraklarını şiirle yıkayan ve söz hırkasıyla kuşatan Yunus da dilden dile dolaşır milli hançerede. Karakoç’un çocukluk kahramanı Ali ise bambaşka bir yiğitlik öyküsüdür. Ali zulmün her çeşidinin üzerine “kır atını” süren bir cengâver. Anadolu’da nereye giderseniz, Ali’nin atının ayak izlerine rastlarsınız. Kayaların üzerinde nal izine benzeyen şekiller Ali’nin atına aittir. Ve o ayak izleri efsanevi bir sır gibi dilden dile aktarılır. Peygamberin bütün sahabelerine hürmet edilir fakat Ali denince kalp daha farklı bir şekilde atmaya başlar. Ali bu toprakların kahırlı ve Hüseyni türküsüdür, Ali bitmeyen öyküdür. Kır atıyla Ali, geçmişten geleceğe; Asya’dan Afrika’ya uzanan bir ülküdür. Ali seküler dünyanın darağaçlarına çekilen insanlığın umududur.
Karakoç’a göre, ailede alınan dinî terbiye çocukların kendilerini sahabeden biri sanacak kadar samimidir. Bu bilgi aileyi ve evi cennetin bir köşesi yapan kutsal bir bilgidir. Günübirlik gerçekliğin şiddetine uğramış ve sersemlemiş günümüz insanı ise bu bilginin derinliğinden yoksundur. Dilden dile, gönülden gönüle aktarılan bu bilgiler bize artık masalsı geliyor. Bizler kendimizi masallardan ve efsanelerin sırlı dünyasından arındıralı çok oldu. Masallar, modern dünyanın göze dayalı idrakine bir şeyler anlatamıyor çünkü masallar kulağa ve kalbe dayalı başka bir dünyanın büyük anlatılarıdır. Modern insanlar olarak bizler, meleklerle birlikte masalarımızı ve efsanelerimizi de kaybettik sanki. Artık büyüsüz(!) bir gerçeklik çıkmazında, “çorak ülke”de yaşıyoruz. Hakikatin sesi iyice kısıldı. Mütevekkil, eşyayla ve kendisiyle barışık insanın yerine doyumsuz bir insan türedi yeryüzünde. Bu yüzden Sezai Karakoç, “İslam bir sevinçti kaplardı içimizi” dizelerinden hemen sonra o sırlı, büyülü dünyayla birlikte, sevinç dolu çocukluğun da yok olduğunu anlatır:
“Şimdi hiçbirinden eser yok
Gitti o geceler o cenk kitapları
Dağıldı kalelerin önündeki askerler
Çocukluk güzün dökülen yapraklar gibi”
Sezai Karakoç’un betimlediği bu dünyaya benzer bir dünyayı Ömer Seyfettin’de de buluruz. İlk Namaz öyküsü, öpüp koklanarak ilk defa sabah namazına kaldırılan küçük çocuğun yaşadığı bir cennet deneyimdir. Burada da Sezai Karakoç’ta olduğu gibi anne olayın başkahramanıdır. Annenin müşfik elleri çocuğun ruhunu yıkar, onarır, ona hayatı boyunca unutmayacağı bir ulviyet bahşeder. Anne, giyimi ve kuşamıyla, merhametiyle, bilgeliğiyle eğitici bir melek hüviyetiyle çocuğun bakir ruhunu işler. Çocuğun şefkatle uykudan uyandırılması, abdest aldırılması ve namaz kıldırılması tam bir terbiye ikliminde gerçekleşir ki bizler o iklimden ne kadar uzağız! Annenin elleri ve dudakları çocukta ahrete kadar uzanacak izler bırakmıştır: “Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldamasına bakarak…. O görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum.”
Fakat öykü aynı şekilde bir çocuk safiyet ve sevinciyle bitmiyor. Artık çocuk, Ömer Seyfettin, büyümüş ve büyü de bozulmuştur. Sanki çocuk cennetten yeryüzüne, bir hiçlik diyarına düşmüştür de o cennet ha(ya)lini özlemle yâd etmektedir. Hayatın türlü darbelerle yaraladığı, maneviyatını derdest ettiği herkes Ömer Seyfettin’in aşağıdaki cümlelerine eşlik etmekte beis görmeyecektir:
“Ah, onbeş sene evvelki çocukluk ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen bir hayat… Şimdi bitmez emelleriyle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan arzularla, hâsılı bütün bunların bir bütünü olan o sebepsiz ve tahammülsüz kararsızlıklarla yaralı olan ruhum, yaralı olan kalbim ve maneviyatım… Şimdi, daha bu gece görülmüş gibi, onbeş saniye evvel görülmüş ruhanî ve bir rüyayı kıymetdar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsran dolu bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kabus olmayan çocukluk ve hâtıratı… Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu çaresiz ve şefkatsiz yolda vücut bulan ne garip bir hiçlik, ne lüzumsuz ve pür hayal bir beyhudelik, ne belirsiz, ne esrar, ne keşmekeş dolu bir sürat var!”
Ömer Seyfettin’in “Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen bir hayat” diyerek kendi şahsında betimlediği hayat, aslında modern insanın yaşadığı manevi krizin bir özetidir. Annesinin manevi bir neşveyle namaza kaldırdığı sevinç dolu çocuğun yerinde artık yeller esmektedir.
Kayıp Günlük’lerde öykücümüz, “her şeysiz”leşmiş bu Ömer Seyfettin’in trajik portresini daha kesin hatlarla şöyle çizer:
“Ben otuz dört yaşında, tepesi dökülmüş, saçları ağarmış, vakitsiz bir ihtiyar