1. Anasayfa
  2. Düşünce

Dava ve Lider: Hakkın Tarafında Hakikatin Peşinde

Dava ve Lider: Hakkın Tarafında Hakikatin Peşinde
0

أعوذ بالله، بسم الله…

وَكَذٰلِكَ نُرٖٓي اِبْرٰهٖيمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنٖينَ.

قَالَ يَا قَوْمِ اِنّٖي بَرٖٓيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ،  اِنّٖي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذٖي فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَنٖيفاً وَمَٓا اَنَا۬ مِنَ الْمُشْرِكٖينَۚ.

 

“Böylece biz, kesin inananlardan olsun diye İbrâhim’e

göklerin ve yerin kimin kudretinde olduğunu gösterdik.”

Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuklarından uzağım.

Bir hanîf olarak yüzümü gökleri yeri yaratan Yüce Allah’a çevirmişim ben,

asla şirk koşanlardan olmam”

(En’âm 75, 78-79)

 

Hz. İbrahim’in peygamber olarak gönderildiği kavim gökteki güneş, ay ve yıldızlara tapan, yıldız ve burçların insanların kaderini ve karakterini belirlediğini inanan müşrik bir topluluktu. Bunun için Hz. İbrahim’in göklerin mahiyeti ve yegâne gücün kimde olduğunu ayne’l-yakîn bilmesi gerekiyordu. Böylece gözlem tecrübesi elde edecek, kulak yoluyla aldığı haber bilgisini gözüyle görerek teyit edecekti. Bunun için Yüce Allah ona mucize olarak bir miraç yaşatmış ve göklerin ve yerin bilgisiyle onu donatmıştı.

Bu bilgi doğrultusunda gökteki varlıklar yerdekiler gibi yaratılmış olup ulaşılır olmaları ve gözlemlenmeleri imkân dahilindeydi. Mezopotamya putperestlerinin iddia ettiği gibi ne yıldızlar, burçlar ve gezegenlerden oluşan gök cisimleri canlı ve akıllıdır ne de insanların karakterlerini etkilemeleri söz konusudur. Yaratılmış olmak, cansız ve akılsız olmak bakımından yeryüzündeki dağlar ve taşlar neyse gökteki cisimler de benzer bir mahiyetteydi.

Böylece biz, kesin inananlardan olsun diye İbrâhim’e göklerin ve yerin kimin kudretinde olduğunu gösterdik.” (En’âm 75) ayeti tam da onun ihtiyaç duyduğu bilginin kendisine sağlandığını haber vermektedir. Bu bilgi gücü ve sağladığı özgüvenle kavminin karşısına çıkıp gerçekleri tek tek anlatabilecekti.

Bu noktada Hz. İbrahim kullandığı yöntem yanlışı göstererek doğruya ulaştırma anlamına gelen bir nevi yanlışlama yöntemiydi. Bu yöntem günümüzde yanlış seçenekleri eleyip doğru şıkka ulaşma yöntemi olarak hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

O bu yöntemle kavminin gittiği yolun yanlışlığını göstermek için onları güneş ay ve yıldızları gözetlemeye çağırmıştı. Sanki onlar gibi inanmış görünerek her biri çıktığında “bu benim rabbim” demişti. Zaman içinde doğan her birinin kaybolduğunu gördüklerinde “bir görünüp kaybolan, geldiği gibi giden, yok olma ihtimali bulunan böylesi varlıkların Rab olamayacağını onlara anlattı. Bu yanlışlama yöntemi karşısında söyleyecek bir şey bulamayan kavmine dönüp “Ey kavmim! Ben sizin şirk koştuklarından uzağım” dedi. Kavminin hala şirkte ısrar ve inat ettiğini gördüğünde “Ben bir hanîf olarak gökleri ve yeri yaratan Yüce Allah’a yüzümü çevirmişim. Ben asla şirk koşanlardan olmam” diyerek tarafını ilan etmişti.

Bu açık ve net gerçek karşısında kavminin kendisiyle tartışmasına hem içerleyen hem de anlam veremediği için şaşıran Hz. İbrahim “Allah beni doğru yola iletmişken siz O’nun hakkında benimle tartışıyor musunuz hâlâ?” diye tepkisini dile getirmişti. Kavminin ileri gelenlerinin “bu söylediklerinin tehlikeli olduğu, tanrılardan özür dilemesi ve korkması gerektiği” yönündeki uyarılarına karşı “Siz, elinizde hiçbir delil olmadığı halde Allah’a şirk koşmaktan korkmuyorsunuz da ben nasıl olur da sizin şirk koştuklarınızdan korkarım?” diyerek kendinden emin bir şekilde hak dava tarafında olduğunu açıkça ilan etti. (Bkz.: En’am 76-81).

Öyle anlaşılıyor ki onun kavmi yıldız, ay ve güneşin belli zamanlarda kaybolduklarının farkındaydı ve muhtemelen Hz. İbrahim’in ortaya çıkardığı çelişki ve boşluk onların da aklına gelmişti. Gökteki tanrıları kaybolduğunda onları temsil etsin diye yeryüzünde putlar yapmışlardı. Böylece yerdeki cansız putların gökteki tanrılarını temsil ettiklerini düşünmüşlerdi. Bu düşünceyle onlar gerçeğin bir yönünü görmüşler fakat inat ve inkarları yüzünden tamamını kavrayamamışlardı.

O bu putlara karşı mücadelesini sürdürmüş başta babası olmak üzere kavmine şu uyarıyı yapmıştı: “Siz putları tanrılar mı ediniyorsunuz. Görüyorum ki sen ve kavmin büyük bir yanlışlık içindesiniz.” (En’am 74).

Hz. İbrahim onların yanlışlığını göstermek için kavmi şehirden ayrıldığı bir gün tanrıları temsil etsin diye yaptıkları putları kırıp baltayı en büyük putun omuzuna asmıştı. Şehre dönen ve putlarının kırıldığını dehşet içinde gören kavmi, derhal onu sorguya çekmişti. O da kavmine ders mahiyetinde “Belki bu büyük put kırmıştır, şayet konuşabiliyorsa bir sorun ona” (Enbiya 63) demişti.

Onun hepsini kırıp büyük putu sağlam bırakmasının birinci nedeni yanlışı göstermek ikincisi ise şirkin anlamsızlığına işaret etmekti. Onun göstermek istediği hakikat şuydu: Şayet bütün bu putlar tanrı olsaydı, bunlar birbirleriyle kavga ederler ve en büyük put hepsini kırar, zafer kazanır ve yegâneliğini ilan ederdi. Eğer bunu yanlış buluyorsanız o zaman bu putların kendilerini bile koruyamadıklarını kabul etmeniz ve şirkten dönmeniz gerekir. Kavminin ileri gelenleri bir an bu gerçeğin farkına varır gibi oldular ama içlerini kaplamış olan şirk karanlığını yarıp hakikate geçme iradesi gösteremediler.

Diğer bir deyişle onlar taptıkları putların cansız olduklarını, başkalarına zarar veremeyeceğini veya hiç kimseye yarar sağlayamayacağını biliyorlardı ama kendilerini hapsettikleri kültür kodları ve yıldız falcılığıyla yıkadıkları beyinleri akıl ve iradelerini adeta devre dışı bırakmıştı.

Onlar, Hz. İbrahim karşısında bir açmaz ve çaresizlik içinde olduklarını anladıklarında, bütün inançsız ve vicdansız topluluklar gibi buldukları tek çare vahşi bir şekilde onu yakmaya karar vermek olmuştu. O, bu vahşi tavır karşısında bile hakkın tarafında olmaktan ve hakikati haykırmaktan bir an bile tereddüt göstermedi. Sonuçta Rabbinin lütfuyla yanmaktan kurtuldu, eşi Sare ve yeğeni Lut ile birlikte sessiz sedasız müşriklerin şehrini terk etti. Yani “Sizin dininiz size benim dinim bana” diyerek hicret yoluna düştü.

Bu sarsılmaz iradeli dava erliği karşılığında Yüce Allah ona İsmail ve İshak gibi iki güzide evlat nasip etti; dünyanın ilk mabedi olan Kâbe-i Şerif’i yapmakla, soyundan âlemlere rahmet olarak gönderilen son nebi, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’yı (sav) göndermekle ve her namazda birlikte anılmasını murat etmekle onu şereflendirdi.

17 Cemaziyelevvel 1447 / 8 Kasım 2025

1964 yılında Sivas merkez Kartalca köyünde dünyaya geldi. Kayseri İmam-Hatip Lisesini 1984, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini 1989 yılında bitirdi. Aynı Üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsünde 1991’de yüksek lisansını, 1997’de doktorasını tamamladı. 1992-1993 yıllarında alanı ile ilgili araştırma yapmak için 8 ay Şam’da bulundu. Türkmenistan Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 1999-2000 öğretim yılında ders verdi. 1999’da Yardımcı Doçent, 2004’te Doçent ve 2010 yılında Profesör unvanını aldı. 2012-2015 yılları arasında Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olarak görev yaptı. 2015 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğine atandı. Hâlen bu görevini ve Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalında öğretim üyeliği görevini birlikte yürütmektedir. Çalışmalarını İslam düşüncesinde Allah ve âlem tasavvuru, kelam atomculuğu, kelam-tasavvuf-felsefe ilişkisi, kelam okullarının oluşum ve gelişim süreçleri konularından sürdürmektedir. Evli ve iki çocuk babasıdır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir