Şehrin her köşe taşını sahiplenmiş, birbirine de farklı gözlerle bakan, kimi kasketli, kimi miğferli, kimi de çıplak kafalı bin bir tip ancak kendi gözlerinin zaviyeleri kadar olan soluk duvarlı soluk sokakları gözetlemekteydi. Tiplerin farklılığına aldırış etmeden hepsine birden gelen emir ise tek ve kat’iydi:
“Adam sabahı görmeyecek!”
Belki bu sabahı değil ama yarınının sabahını olmadı sonraki yarının sabahını.
Trebeviç’den yankılanan mermi seslerinin ardından haftalar geçmiş ama mermilerin zihinlerdeki vızıltısı kimileri için hâlen silinememişti.
İşin can sıkıcı bir tarafı daha vardı. Adam ortalıkta yoktu, yer yarılmış ve adam oracıkta, yerin dibinde yok olmuştu.
Osman Baba’ydı adamı en son gören, o dahi bilmiyordu nereye gittiğini, hangi akşamın ardından kaybolduğunu. Sıcak rüzgârın esintisi, ötelerden toprağa öfkelenen toz kümeleri, yağmursuz beyaz bulutlar, onlar bile herhangi bir iz getirmemişti günlerdir.
Şehrin kalbinden huzursuz bir ses, beklemekteydi ansızın haykıracağı o zamanı.
Düşünebiliyor musunuz? Hem de sonbaharda… Sonbaharın hatırını da kırarcasına.
Mevsimin sarı yüzü Mostar’ın taşları ile hem hal olmuş, yağacak yağmuru beklemekteydi. Yeşilin bu toprakları terk ettiği günden beri yapraklar bir isyan başlatmış, o en zayıf yerlerinden gurbet yoluna düşmenin geleceği emri beklemekteydi. Ana yurtlarından ayrılmaları için bir kıpırtı, ufak bir esinti, inceden bir yağmur damlası yetip de artacaktı ama yaz kurak geçmişti bir kere. Ne esinti ne de yağmur… gurbetten önce hasretlik çekiliyordu buralarda.
Mostar’ın rengi sarıydı artık, alışılmış bir sarı. Turuncudan arda kalan, oradan sıyrılıp akşam kızıllığında kendini bulan, yetmemiş üstüne bir de kavrulup kahvenin rengine karışan sarı.
Sadece Neretva olup bitene kayıtsız kalmıştı. Kafasına göre mavi, kafasına göre yeşil ya da saydam… Baharın başına yazın sonuna, öylece sessiz, öylece aklı başında.
Peki ya adam… ne oldu ki O’na?
Adam o günün akşamında tüfeğini Osman Baba’ya emanet edip, ardından da buruktan bir helallik alıp guruba karşı yola dökülmüştü. Akça bedeninde lekeleri olan atının üzerinde yol almakta, yorgunluğunu atının yelesine, korkusunu atının yüreğine, sessizliğini ise atının ayakaltlarına bırakıp gidiyordu.
Nereye gittiğini bilmeden bir gidiş, kendini atına teslim edip öylece bir gidiş, kutlu bir gidiş…
Ya şehir? Şu an nasıl ki?
Akşamın ezanı daha yükselmemişti şehrin puslu sokaklarından, gökyüzü gri bir kızıllığa terkedilmişti. Minarelerin kurşundan yapılı okları sırasını beklemekteydi bir vaktin daha haberini vermek için.
Ama daha vakit vardı, ikindin bitmemiş, akşam okunmamış, duvarları camla kaplı caminin avlusundaki serçeler terk etmemişti ata ocağını…
Peş peşe ayak sesleri, koşuşturmalar camiye açılan caddenin sağından solundan bağrışlar, sövgüler ve daha bilmem neler birden sessizliğin içinden çıkıp da geldi. Önde gencecik bir yiğit, yüzü gözü kan revan, düşe kalka, yürüye dura ilerlemekte, etrafını saran sürü ise gencecik yiğide vurup kaçmakta, sövüp sırıtmaktaydı. Cami çok uzakta değildi. Ah bir atabilse kendini caminin avlusuna… bir doğrulsa şöyle küffarın korkak yüzüne karşı.
Fesi düştü yiğidin, tepelediler hemen, püskülü saçıldı orda.
Kendi de düştü ardından, vurdular bir süre sırtlan sürüsü, yiğidin düşmüş bedeninden korktular, kuyruklarını sıkıştırmış halde gelip gelip gittiler yanından.
Kaldırım taşlarından büyükçesini aldı biri, kaldırdı iki koluyla başının üstüne. Tam atacaktı ki orada, yiğit başını bir daha kaldıramasın diye, kaldırım taşı felaketi oldu iki kolu yukarıdaki birinin. Karnından süzülen kanın kırmızısı takatini tüketince kaldırım taşı başının üstüne iniverdi.
Caddenin öte yanında adamın koca cüssesi, elinde tek atımlık martin tüfek, beyaz gömleğinin bağrı açık, kolları sıyrık, pala bıyıkları kömür siyahı, kırmızı fesi hafif yana yatık.
“Bismillah!” deyip ikinci mermiyi sürdü tüfeğe, nişan aldı caddenin karşısına. Nişan aldı, aldı da, iki uzanmış bedenden başka kimsecikler kalmamıştı ortalıkta. Haftalardır asıp kesen kalabalığa yetmişti adamın görüntüsü, nasıl da kaçıverdiler hemen. Gülümsedi adam bir anlık. Sonra koştu karşıya, vardı yiğidin başucuna:
“Bre yiğidim nasıl kıydılar sana,
Öldü! Nasıl derim anacığına
Kalk akşamın ezanı okunuyor
Alnındaki kanla varak huzura”
Sırtladı yiğidi, kendi de yiğit olan adam, girdiler cadde kapısından cami avlusuna. İmam efendi camiden, Osman Baba şadırvandan, Ejder Ağa da evinden koşturdu, görünce adamın sırtında başka bir yiğidi.
Akşamı kıldılar ettiler niyaz, secdede dört baş geride sıska bir ayvaz.
Zemzem misali bizim şadırvanın suyu, onunla temizlediler yiğidin ak yüzündeki al kanı…
İbrişim ipekten, kar beyazdan örtü gibiydi, Ejder Ağa getirdi kefeni onunla sardılar zayıf, uzunca bedeni…
Adam koydu, padişah tahtı gibiydi mermerden musallası, bir imam üç cemaat böylece kıldılar namazı.
15 Temmuz 2025