Sermet Muhtar Alus’un kaleme aldığı külliyat çapındaki İstanbul’a dair yazılarını terazinin bir kefesine, Alus’u öbür kefesine koysanız, yazdıkları ağır gelir.
Sayfalarını üst üste dizseniz, İstanbul’u birkaç kez turlarsınız; her satırında bir semtin soluğu, her cümlesinde bir asrın yankısı vardır.
İstanbul Kazan Ben Kepçe, Onikiler, 25 Yaşında Olsaydınız, Eski Konaklar Bize Neler Anlatıyor, Masal Olanlar, Eski, Daha Eski…, Eski İstanbul’dan Tipler, Eski İstanbul’da Yalılar, Köşkler, Konaklar, İstanbul Sözlüğü, Eski İstanbul’da Semtler…
Liste uzar, uzadıkça insanın içindeki özlem de derinleşir.
Ne yazık ki bu kıymetli çalışmaları Alus hayatta iken kitap olarak basılmamış.
Dönemin gazete sayfalarında sararmış makaleler, yıllar sonra birer birer toplanıp gün ışığına çıkarılmış.
Çocukluğu ve gençliği varlık içinde geçse de ömrünün son demlerinde hem sağlığı hem geçimi bozulmuş Alus’un.
Yardım istemeye, sesini duyurmaya tenezzül etmemiş.
Hayatını seçkin bir muhitte geçirmiş, iyi eğitimli ve saygın olan bu zat kızının eğitimi için Göztepe’deki evlerinin satın alınıp müze yapılmasını istemiş sadece.
Alus’u neden andım?
Çünkü bu şehre ilk adım attığımda ben de ürkmüştüm.
Kalabalığıyla, üst üste yığılan araç trafiğiyle, göğe tırmanan arsız binalarıyla “gitmem için organize olmuş” bir şehir gibiydi İstanbul.
Ama içimden, “bu şehrin bir başka yüzü de olmalı” dedim. İstanbul bu, olur, hem de alası olur! Hep böyle tantanalı değildir; bir sükûn yanı, ferahlatıcı semtleri, neşeli, yaşanılası devirleri de olmuştur mutlaka.
Balıkçıları, tatlıcıları, lokantacıları…
Mesire yerleri, suları, kadın, erkek, çocuk ve yaşlıları ile bu şehrin türküleri, sevdaları, ağıtları olmalıdır.
Kavgaları, kabadayıları, bitirim yerleri, eğlenceleri, düğün dernekleri, yasları, gelenek ve görenekleri ile bir şehri aşan büyüklükte bir hafıza taşımalı.
Alus’un kitapları imdadıma yetişti. Aylarca elimden düşürmeden okudum. Binlerce sayfalık bu okuma yolculuğunda bir sefer olsun sıkılmadım, korkularım azaldı, sevmeye başladım, heyecanlandım, yavaş yavaş yerleştim.
Sayfaları arasında gezinirken ruhum yüz yıl öncesinin İstanbul’unda bedenimse şimdiki zamandaydı. Fırsat buldukça tarihi yapıların çevresinde dolandım, kabristanlarda eski taşlara baktım.
Alus’un kabrine de bir teşekkür ve dua niyetiyle gitmek istedim.
Ama Silivrikapı’daydı…
1952’de defnedilmiş.
Fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla kabri, ömrünü İstanbul’a adamış bir muharrire yakışır biçimde ama yorgundu.
Kitabesi yer yer dökülmüş, yazıları silinmeye yüz tutmuş, her yanını otlar sarmış; sanki zamana değil, vefasızlığa yenilmişti.
Şu viraneye meyyal kabrine bir el dokunsa keşke.
Bu fikir işçisine biraz vefa gösterilse.
Varlığını vakfettiği İstanbul da onu böyle büsbütün unutmasa.
Ne yana baksam, aklıma Sermet Muhtar’ın bir kitabı geliyor.
Bir Ramazan yazısı, bir portre, bir akşam…
Gündüzüyle, gecesiyle, mimarisiyle, yemekleriyle, kılık kıyafetleriyle bir avuç İstanbul; bir koca dünya İstanbul…
Ama o kitapların İstanbul’u yok artık.
Yerinde rüzgâr, yerinde telaş, yerinde acele var.
İçimden, bir çocuk saflığıyla sormak geliyor:
Değişim bu kadar hızlı mı olmalıydı?
Bu kadar aceleyle neyi kaybettik, farkında mıyız?
