Büyük bir hüznü saklayan sıra dışı bir derinlik vardı, tertemiz yüzünde beliren gülümsemesinde… Dalıp dalıp gidiyordu hiç bilmediğimiz-bilemeyeceğimiz uzaklara, çok uzaklara… Dünyanın faniliğine, hayatın çarkları arasına sıkışmanın anlamsızlığına gülümsüyordu belki de…
Konya’dan komşum Mehmet Bey’in meslektaşı ve devresi olması sayesinde tanışmıştık Bayram Ağabey ile… Kısa bir süre önce gurbetten dönüş yaparak memleketimde göreve başlamıştım. O ise Doğu’da yıllar boyu kelle koltukta görev yaptıktan sonra benden birkaç yıl önce gelmişti buralara… Komşumun selamıyla arayıp geldi çalıştığım daireye. Uzun boylu, babayiğit görünümlü fakat sakin tavırlı bir insandı. Tanışıp sohbet ettik. İklimin bahar sevincini yaşattığı ve güneşin bir başka parladığı günleri yaşıyorduk. Pencereden dışarı doğru baktı, bir taraftan deniz manzarası görünüyordu, Karadeniz’in ufkuna doğru daldı… Gülümseyerek konuşuyordu. Konuşmayı bitirdi, yine gülümsedi. Tertemiz yüzü ve sakin bir tavrı vardı; bir insana gülümseme ancak bu kadar yakışabilirdi.
Büyük bir hüznü saklayan sıra dışı bir derinlik vardı, tertemiz yüzünde beliren gülümsemesinde… Dalıp dalıp gidiyordu hiç bilmediğimiz-bilemeyeceğimiz uzaklara, çok uzaklara… Dünyanın faniliğine, hayatın çarkları arasına sıkışmanın anlamsızlığına gülümsüyordu muhtemelen…
Havadan sudan konuşurken yaralı yerine dokunmuştuk istemeden de olsa. Komşum da bahsetmişti gerçi. “Ne yazık ki ilk eşim kanserden vefat etti. Çocuklarımız da daha bebekken vefat etmişti ardı ardına. Allah’ın takdiri. Teslim olmak düşer bize…”
Komşumun anlattığına göre Betül isimli ilk kızı, kalbi delik olarak dünyaya gelmiş ve 5 ay sonra vefat etmişti. Bir yıl sonra da Ahmet ismini verdikleri oğulları doğmuş, aynı şekilde onu da kaybetmişlerdi. Eşi Şerife Hanım da üzüntüden akciğer kanseri olmuş ve bu çileli yaşama veda etmişti. Çok kitap okuyan ve Özel Harekat polisi olduktan sonra kendisini dine veren Bayram Bey, ‘Hoca’ lakabını da ilerleyen yıllarda almıştı. Öğrenmek isteyen meslektaşlarına da Kur’an-ı Kerim öğretiyordu. “Çok cesur, ölmekten korkmayan çatışma esnasında hep ileri atılan bir görev adamı” olarak tanımlıyordu arkadaşları…
Bebeklerinin ve eşinin vefatıyla yaşadığı acılar iz bırakmıştı hayatında. O derin hüzün bir şekilde yerleşmişti yüzüne. 17 Ağustos 1999’da yaşanan Marmara Depremi’nde de memleketi Kocaeli’nde yakınlarını kaybetmişti. Hep acıyla-gerilimle sınanmıştı şu fani dünyada. Eşinin vefatının ardından yıllar sonra tekrar evlenmiş, bir kızı olmuştu çok şükür.
İşyerime ziyarete geldiğinde Ramazan’a birkaç gün vardı. Çayları yudumlarken iftarda buluşmak üzere sözleştik. Sonrasında iftara gidip geldik karşılıklı. Arada bir anlatıyordu; yüzünde hüzünlü gülümseme belirirken. Dümdüz yaşayan, gerçek anlamda dindar insanlardan biriydi. Bir ölçüde ‘hocalık’ vasfı da vardı. Zaten kendisine Bayram Hoca deniliyormuş çalıştığı yerlerde. Namazı o kıldırır, dini bir mesele konuşulduğunda mutlaka ona danışılırmış…
Ara ara görüşüyorduk. Bayram Hoca özel harekâtçı olması nedeniyle aylar süren görevlere gidip geliyordu bu zaman zarfında. Nerede karışıklık varsa oradaydı bir nevi. Vatan sevdası ile dolu bir yüreğe sahipti. Mesleğini çok seviyordu, öyle kanıksamıştı ki her şeyi, kızı ve eşi dışındaki dünyevi her şey umurunda değildi sanki…
Bir süre sonra Güneydoğu’da karışıklıklar artmaya başladı. Hendek hadiselerinin başladığı dönem Bayram Hoca Şırnak’ın Cizre ilçesinde kelle koltukta görevdeydi yine.
2016 yılının 22 Ocak’ında Cuma gününü gösteriyordu takvimler. Abdestsiz dolaşmayan Bayram Hoca, Cuma vakti yaklaştığı için çatışmaların yaşandığı bölgede bir cami yanından geçerken, “Ben namaz kılacağım” demiş arkadaşlarına. Tam da o anda boynundan yemiş kurşunu. Camiye gidip ibadet etmek istediğini söylediği anda… Ölümden korkmayan Bayram Hoca’yı bir kalleşin elinden çıkan kurşun sermiş yere…
Silahlı, kasklı, kamuflajlı bir portrenin ardında hüzünlü tebessümü geldi gözümün önüne. Allah yolunda hayatını feda edenlere mahsus bir pırıltının yansıdığı bir yüz… O kutlu sona hazır bir ruh haliyle şehadete koştu Bayram Özdere Ağabey. Ondan tevekkül dolu, tertemiz yüzünde bir ışık gibi yansıtan gülüşü kaldı geriye. ‘Hoşça kal’ dercesine…
Ölümü öldürmüş bir insandı o. Ölümü öldürenin umurunda mı ki canını vermek…
Geriye dönüp baktığımda; rahmetle-duayla anarken kendisini, ‘bir şansmış’ diyorum onun gibi bir insanı tanımak…
Gülümseyerek bakıyor mudur acaba bizlere Bayram Hoca… Şu fani dünyaya hiç ölmeyecek gibi hırsla kapılan halimize…
O güzel tebessüm, ancak bir şehidin gülüşü olabilirmiş meğerse…