Bizimle İletişime Geçin

Şahsiyet

Vitam Impendere Vero

“Kelime olan ‘hakikat’e vücudumun her zerresinde bir başka lezzet olan ‘hayat’ nasıl verilirdi? Böyle düşünmekte acaba yalnız mıyım diye evvela korktum. Fakat başkalarına da gizli gizli baktım: Onlar da, aşağı yukarı benim gibi düşünüyorlardı. Demek ki bu cümle yalandı ve bu yalanı, çocukluğumdaki başka yalanların arasına fırlattım, attım.”

EKLENDİ

:

Başlıktaki ifade Mithat Cemal Kuntay’ın Âkif’i anlattığı muazzam eseri “Mehmet Akif, Hayatı-Seciyesi-Sanatı” isimli kitabın son bölümünün başlığıdır. Bir anlamda kitabın son sözü gibi düşünebileceğimiz bu bölüme böyle Latince bir ifadeyi başlık olarak seçtiği için bir itizarla başlar Kuntay. Rüşdiyede iken Fransızca hocasının öğrettiği ve kendisi için sevimli gelen bu ifadeyi manasından dolayı değil de sesinden dolayı sevdiğini söyler. Sözün “hakikat uğruna hayatını vermek” anlamını öğrendiğinde ise irkilir, sesi sevimli gelen bu ifade artık korkunç gelmektedir. Kuntay devam eder:

“Kelime olan ‘hakikat’e vücudumun her zerresinde bir başka lezzet olan ‘hayat’ nasıl verilirdi? Böyle düşünmekte acaba yalnız mıyım diye evvela korktum. Fakat başkalarına da gizli gizli baktım: Onlar da, aşağı yukarı benim gibi düşünüyorlardı. Demek ki bu cümle yalandı ve bu yalanı, çocukluğumdaki başka yalanların arasına fırlattım, attım.”[1]

Ne kadar ilginç ve güzel ifadeler değil mi? Hakikat karşısında hayatını vermek gibi bir şeyin gerçek olamayacağını düşünen Kuntay bu sözü de çocukluğunun yalanları, belki masalları arasına fırlatıp atmıştı. Ta ki Âkif’i tanıyana kadar. Devamını yine kendinden dinleyelim:

“Derken, bir gün, bu ibare bir insan olarak karşıma çıktı. Bu sefer bu insana inanamadım: Bu adam, benim çocukluğumdaki manasız bir şarkıydı ve ben, artık bu şarkıyı sevecek kadar çocuk değildim. Fakat karşımdaki o kadar sahici adamdı ki onun yanında, her ayda bir yıl küçülerek, az zamanda yeniden çocuk oldum. Ve çocukluğumun eski şarkısını yeniden ve bu sefer anlayarak, sevdim.

Aziz karîlerim, bu adam Akif’ti. ‘Hakikat uğruna hayatını vermeli’ diyen Latin şairi gibi, bu Türk şairi de,

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam!

diyordu. Seciyesi de, sanatı da iç içe duran iki dağdı:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

(…)

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;

Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale,

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.

Adam aldırmada geç git, diyemem, aldırırım,

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Safahat, Altıncı Kitap, s. 358″[2]

Evet, gerçekten de Âkif, haksızlığa karşı duruşun, hayatını hakikat uğruna vermenin mücessem, müşahhas hâliydi. Ve yine gerçekten sanatı da karakteri de iki dağ gibiydi. Bu büyüklük Kuntay’ı her gün biraz daha küçültmüş ve çocukluğunun hayalinin gerçek olabileceğine şahit kılmıştır. Modern zamanlar her ne kadar bu rüyalarımızı elimizden alsa da misalleri yine yok değil elbette…

Peki, Âkif’i bu denli cesur, hakikat uğruna bu kadar fedakâr ve adanmış kılan dinamikler nelerdi? Elbette inandığı değerlerdi. Allah’a, peygamberine ve ahirete iman eden bir insan tabii olarak bu dünyaya çakılıp kalacak gibi yaşayamazdı. Hesaplarını hesap günü yok gibi yapamazdı. Kur’ân-ı Kerim’de örnek verilen peygamberler de bunun için değil miydi? Yani insanları Hakk’a ve hakikate çağırmak. Öncelikle en büyük zulüm olan şirk bataklığından kurtulmaya, tevhide çağırmak, sonra da yeryüzünde adaleti tesis edecek düzeni kurma mücadelesi… Âkif gibi hayatını Kur’ân’ın sesi olmaya adamış bir adam için zaten başkası düşünülemezdi.

“Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.”[3] diyen bir peygamberin takipçisi de kendisine yapılan ve onu yolundan çevirecek teklifleri elinin tersiyle böyle itecekti elbette. Yine o nebî değil miydi ki “Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın karşısında hakkı ve adaleti söylemektir.”[4] demişti? O hâlde Âkif’e zalimlere karşı durmak gerekecekti. Hem de âdeta başkalarının yerine de o duracaktı sanki…

Necip Fazıl’ın Gençliğe Hitabe’deki tabiriyle; “Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik” dün vardı, yarın da olacaktır. Yine hayatı sözlerinin şahidi olan bir başka mütefekkir Seyyid Kutub’un ifadesiyle; “Kalem sahipleri büyük işler başarabilirler, ancak yazdıklarını kanları ve canlarıyla beslemek şartıyla.” Hakikat uğruna can verme mahareti kendi öz değerlerimizde saklıdır. Bunu batıdan, batılılardan öğrenecek değiliz elbette. Mazimiz bunun gerek kavlî gerek fiilî örnekleriyle doludur…

Âkif, İslam tarihi ve medeniyetinin hakikat yolcularından biriydi. Bu fânî dünyaya geldi, kubbede bâkî kalacak hoş bir sada bıraktı ve gitti. Ne mutlu ona ve onun gibi dimdik duranlara. Ne mutlu hakkın hatırını âlî tutanlara. Ne mutlu haksızlık karşısında susup dilsiz şeytan olmaktan uzaklaşanlara…

[1] Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif, Hayatı-Seciyesi-Sanatı, (İstanbul: Oğlak Yay., 2015), s. 398.

[2] age. s. 399.

[3] İbn Hişam, I, 265.

[4] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13.

Çok Okunanlar