Hüseyin Akın, bir öğretmen, yazar, şair, öykü yazarı, hareket adamı, baba, dost…
Sürekli üreten bir insan. Okuyan, düşünen, yazan ve koşturan bir insan. Okuldan okula, şehirden şehire yol alan bir modern zamanlar öğretmeni. Üretken bir kalem. Mütevazı bir sanatçı. Fedakâr bir arkadaş. Bir iz bırakmak, gençlere güzel aşılar yapmak için çırpınan bir gönül. Bu sebeplerle olsa gerek, Rabbimin, zamanını bereketlendirdiği bir kalem. Maşallah farklı alanlarda pek çok eseri var. Babalar ve çocuklar serisinden kendisine selam verdik.
– Bilen biliyor ama sizi sizden tanımak isteriz hocam…
– 1965 yılında Sinop-Türkeli’de dünyaya gelmişim. İlk, orta, lise ve fakülteyi İstanbul’da okudum. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldum (1989). Ortaokul sıralarında şiir yazmaya başladım. Şiir yazmak o yıllarda kendimi daha anlaşılır kılmanın bir yoluydu. Köyden kalkıp İstanbul’a yerleşmeye çalışan bir göç kuşağıydık. Sadece başımızı sokacak bir kondu değil dilimizi mukim kılacak bir kültür arayışındaydık. Yerimi yadırgadım ve bu beni farklı dünya görüşlerinden ve alanlardan kitap okumaya sevk etti.
Lise yıllarım ders dışı alternatif kitaplar okumakla geçti. Başarı kavramıyla hiç aram iyi olmadı. Bol zayıflı karneler beni kısa mesafe koşucusu olmaktan kurtarıp uzun yola çıkmaya mahkûm etti. Maratoncu olmaya çalıştım. Lise ve fakülte yıllarım şiirime yol çizmekle geçti. Aslında ben ziraat mühendisi veya orman mühendisi olmak istiyordum, ama fen puanım yetmedi. Bazı şeylerin yokluğu ve eksikliği bazı şeylerin oluşmasına kapı aralarmış. Bu oldu ve ilahiyat bitirerek öğretmen oldum.
Dünyaya ve insanlara anlatacak şeyleri olanları kaderleri öğretmen yaparmış. Galiba bana da aynısı oldu. Sözüme hep dinamik muhataplar olsun istiyordum, Allah bana bunu nasip etti. Ömr-ü hayatımın kahir ekseriyeti öğrenci ve öğretmen olarak okullarda geçti. Bu yüzden kendimi öğrenci, hayatı bir okul olarak kavramaya yatkın bir tarafım olmuştur hep.
Nişantaşı Kız Lisesi, Sarıyer Rotary Anadolu Lisesi ve Kabataş Erkek Lisesi’nde uzun yıllar öğretmenlik yaptım. Öğretirken öğrendim. Birçok edebiyat dergisinin çıkmasına öncülük ettim, yayın yönetmenliği yaptım, mutfağında bulundum. İçimdeki mütecessis öğrenciyle bu sayede tanıştım. Milli Eğitim’in çeşitli alanlarında sahada çalıştım. Şiir, hikâye, deneme, biyografi, şehir kritik, sokak sosyolojisi, eğitim ve çocuk edebiyatı alanında birçok kitaba imza attım. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yaptım ve kültür sanat yazıları yazdım. Radyo ve televizyon programları yaptım. TYB Deneme ödülü, Eskader şiir ödülü aldım. Seçme şiirlerim Farsça’ya çevrildi. Halen çeşitli mecralarda edebiyat alanında yazmayı sürdürmekteyim.
– Yoğun ve dolu geçen bir hayat maşallah. Babam ve Mersedes adlı bir kitabınız var. İlginç kitap isimleri buluyorsunuz. Babanızın bir mersedesi mi olsun isterdiniz? Nedir burada vermek istediğiniz mesaj hocam?
– “Babam ile Mersedes” 7. Şiir kitabımın ismi. Adını kitapta yer alan bu başlıkta şiirden alıyor. Kendi kuşağımın babalarını yazmak istedim. Yaşıtlarım ne zaman kendi babalarından söz açsalar sanki benim babamı anlatıyorlarmış gibi bir hisse kapılırım. Aynı yoksulluk, yoksunluk ve acılara sürünerek yaşamışlar. Hepsi cefakâr, zor zamanların babaları. Yaralarını göstermeyen. Başı dik ve onurlu. Biz şairler ve de çok bilmişler olarak eşya ile boğuşmamızda eşyaya yenik düştük. Onlar ise şair olmadıkları halde (“Sevgili babacığım ne çok şiir yazmadın” demiştim.) nesneyle, eşyayla boğuşup dize getirmeyi başarmış insanlardı. Aileyi devlet yönetir gibi yönetirlerdi. Hep durmayan arabaların peşinden koştular. Onları hiç Mersedes’le görmedik. Mersedes hep babalarımızın peşinden koştu. Mülkiyetle aralarına koydukları sütre ona ulaşamama değil ondan korunmaya yönelikti.
– Babanız yakınlarda vefat etti. Doya doya bir baba oğul muhabbeti yaşadınız mı? Sevgiden nasibinizi ne kadar hissettiniz?
– Evet babamın vefatının üzerinden dört yıl geçti. Hâlâ hayatımda onun önce yokluğunun boşluğunu hissediyorum. Varken, yaşıyorken bunun böyle olacağını insan kestiremiyormuş onu anladım. Ölümün ciddiyetini önce annemin vefatıyla sekiz ay sonra da babamın irtihaliyle fark ettim. Benim babamla muhabbetim dışa pek yansımayan içe dönük bir muhabbetti. Saygının sevgiye baskın gelişiyle ilgili bir durum olsa gerek. Babamla konuşmak ve paylaşmak istediğim o kadar şey vardı ki buna ne fırsat ne cesaret bulabildim ne de nasip olabildi.
Biz babalarıyla doğru düzgün konuşamayan bir kuşaktık. Edebiyata ilgimizin, şiir yazmamızın kaynağında önemli ölçüde bu vardır. Evi geçindirme, yedi çocuğa bakma, her birini evlendirip yuvasını kurmak için geceli gündüzlü çalışmaktan fırsat bulup bizimle uzun uzun sohbet etme imkânı yakalayamadı. Biz de bir türlü babamızla aramızdaki eşiği geçemedik. Yazdıklarımız bir tür babamızla konuşamadıklarımız ve ona anlatamadıklarımız desek abartı olmaz.
– Babasızlık ne demek? Zorluğu nedir?
– Çocukken babasız kalmak uçurumsa yetişkin yaşta babasızlık derin bir boşlukmuş, bunu anladım. İnsan anne babasının yokluğu üzerinde düşünmek şöyle dursun ihtimal bile yürütmüyor. Sanki onlar varlığımızı ayakta tutan varlıklardır. Önümüzden çekildiklerinde yıkılacağımızı hesaba katmadığımız için o değişmez gerçekle karşılaştığımızda dünya ıssızlaşıp daha bir gurbetleşiyor. Dünyanın yoğunlaşan gurbeti garipliğimizi her lahza yüzümüze vuruyor. Necip Fazıl üstadın diliyle söylemek gerekirse: “Küçükken gün battı mı bir köşede ağlardım/ Nihayet döne döne aynı noktaya vardım”
İnsan babası ölünce çocuk yetimliğine geri dönüyor. Bayramlar buruk, neşeler eksik, aile fotoğrafı tarumar oluyor. Kulak daha duyarlı bir organa dönüşüyor insanın babası ölünce. O baba eli gelsin de çocukluğumdaki gibi kulağımı çeksin diye bekliyorsun. Kulağın kirişte kapıdan çıkagelen bir babaya ayarlı hale geliyorsun. Dün söylenmiş ne varsa baba sözü açığını kapatmak için kulağına küpe yapıyorsun. Dünya bize bu gerçeği söylemeyi hep sona saklamış meğerse. Herkes şair değil ki babayı kaybedince içindeki heyelanı bir çırpıda Cemal Süreya gibi anlatabilsin: “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü, kör oldum/Yıkadılar, aldılar götürdüler/ Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.” Benim de babamı kaybedince böyle bir şeydi yaşadığım.
– “Babamın öğretmen olduğunu onun vefatından sonra anladım. Öğrettiklerinden sınav yapmıyor gibi görünse de bütün evlatlarını en büyük sınavlara hazırlıyordu. Meğer hayatımın her safhasında ondan ne çok tahtaya kalkmışım.” Diyorsunuz. Babanız öğretmen değildi ama size bir ömür öğretmenlik yapmış? Neler öğretmiş, nasıl bir talim ve terbiye işi bu? Her babada olur mu?
– Babalar hayatın içinden konuşup çaktırmadan öğretirmiş bunu sonradan öğrendim. Ne zaman ki baba oldum, o vakit babamın baba oluş formasyonu fark ettim. Farkı fark etmek gibi babaların evlatlarına öğrettikleri bir ders vardır, tefrik yetisidir bu. Nice sonra ayırdına varıyor insan bunun. Bir sürü okul okudum, sayısız öğretmenden ders aldım, buna rağmen ne öğrendim şunca zaman diye düşündüğümde zaman aralığından babamın öğrettikleri sanki kafasını uzatıyor gibi. İnsanın dikkatinin en dağınık olduğu dönem baba tedrisinden geçtiği dönemmiş, bunu herkes gibi ben de geç anladım. Benim kuşağımın babalarının ortak reflekslerinden biri de evlatlarına bir şey olacağını sezdiği zaman onların üzerlerine kapaklanmaktı. Bu içgüdüsel, fıtri bir refleks olduğu kadar başkaca bir savunma silahına sahip olmamalarıyla ilgiliydi. Ne dil ne de yazı ile kendilerini ve de çevrelerini savunabilecek imkâna sahip değildiler. Ümmîlik ve bilgelikle yoğrulmuş bir dünya idi onlarınki. Nerdeyse her dönem eve zayıflarla dolu karne getirdiğim hâlde benden umudunu yitirmeyip kızıp öfkelenmeden, “Oğlum, bu karne senin bugününü gösteriyor, yarınını değil. Yarının neler getirip götüreceğini bilemezsin, deveyi gütmek var diyardan gitmek yok!” diye karşılık vermesi değme pedagog ve eğitim kuramcısının bile ulaşamadığı bir seviyedir.
Verilen vazifeyi bahane üretmeden yerine getirmeyi ben babamdan öğrendim.
Para kazanmanın emekle ilgisini, para harcamanın ama para tarafından harcanmamanın bir manevi terbiye olduğunu yine bana babam öğretti.
Sabahın seher vaktinin bereketini, erken kalkmanın zihinsel ve ruhsal dinginliğini okuldan değil babamdan öğrendim.
Kanaatkâr olmak, azla yetinmek için kurslara gitmedim, babamdan öyle gördüm.
Az, helal ve temiz kelimeleri ilk öğrendiğim kelimelerdi.
İyiyi ve iyilik yapmayı öğrenmenin yolunun iyilik yapmaktan geçtiğini, bunun organize bir iş olmadığını fıtri bir refleks olduğunu yine babamın yaşantısından kaptım.
Sofraya oturmak, sofraya buyur etmek, sofrasına oturmak içinde nezaket ve marifeti barındıran hayat düsturlarıymış ben babamdan böyle gördüm. “Sofrasına oturduğun adamın hatırını gözet” derdi.
Yalan ile yanlışın ittifakına mâni ol derdi, ne demek istediğini nice zaman sonra anladım.
İki “Y” düsturu diye bir şey varmış bunu da yaşadıkça öğrendim. “Yetinmek” ve “Yetirmek” adil olmanın en kestirme yoluymuş babamı şimdi daha iyi anlıyorum.
Evlatları için anne içi temsil ederken baba dışı temsil eder. Hayatın hareket hali baba için dışarıdan içeriye, içeriden dışarıya doğrudur. Biyolojik anlamda anne karnı hayatın ana sınıfıdır. Anne sesi ve sözüyle, baba çehresiyle anlatır.
Babam niyet ve samimiyet insanıydı. Yaşadığı hayatın cümlesini kuramayacak denli sahiciydi. Ara sıra onun bir nefis taşıyıp taşımadığı konusunda şüpheye kapılırdım. Yaptığı işin neticesi, öfkesi, sevinci ve pişmanlığı, niyetinin halis olduğu hususunda en açık gösterge gibiydi.
Babalık da annelik gibi fıtridir. Bu fıtratı gündelik hayatın kaos ve karmaşasında kendine yabancılaşarak yitirmemişse her baba böyledir. Yani erdemin, usul ve erkanın tecessüm etmiş halidir. Fakat modern hayat çocuğu ve çocuklu olduğu gibi anneyi ve anneliği, babayı ve babalığı da dönüştürmüş, fıtri temellerinden uzaklaştırmıştır.
– Babadan öğrendiğin hayli şey olmuş. Peki babanızla yaşadığınız zorluklar ve çatışmalar olmadı mı?
– İlk gençlik yıllarımda bütün yaşıtlarım gibi dünyanın kendi etrafımda döndüğünü, düşüncelerimin insanlığa yön verecek yegâne hakikatler olduğunu sanırdım. Bu yalan ve yanılgı hoşuma da giderdi. Lise yıllarımda babamla sessiz cereyan eden, tavır yapmak diyebileceğimiz tarzda çatışmalarım oldu. İdeolojik, siyasi ve fıkhi tartışmalardan göz gözü görmediği zamanlardı. Rahmetli babam bizim kafamızdan ve dilimizden eksik etmediğimiz boyumuzdan büyük lafları ve ağır kelimeleri hiç anlayamaz ve anlam veremezdi. Yaşıtlarım gibi ben de babaya muhalefeti bir mücadele göstergesi sanıyorduk. Oysa onun evde anlamayı gözetmeksizin dönüp dolaşıp okuduğu Niyazi Mısri Divanı, Yunus Emre Divanı ve Eşrefoğlu Rumi Divanı elime geçmeseydi onları okumak suretiyle içimde uyuyan şiir uyanmayacaktı. Babamın üç kitabı buna vesile oldu.
Babam içe dönük duyarlıkların müminiydi biz yeni yetmeler ise doktrinlerin, ideolojilerin ve yenmelerin, yenilmelerin, kazanmaların, kaybetmelerin yani sonuçların müminiydik. Yaş ilerledikçe her şey aslına avdet etti. Geleneksel Folk İslam ile modern düşünceye yaslı çağcıl şehirli İslam anlayışının çatışmasından doğan sosyolojik bir ayrışmaydı bu.
– Anlaşılan o ki yaşadığınız bazı çatışmalar bile ayrı güzellikler katmış size. Acı tatlı geçen bir ömür, veda eden baba… En mutlu olduğunuz anlar ne zamanlardı?
– Semaveri yakıp porselen demlikle yerde diz üstü oturur halde Yunus’tan ilahiler okuyarak çay içtiğimiz anlar benim babamla geçirdiğim en mutlu anlardandır. İstanbul’da kurban bayramlarında kurban kesimi ve sonrasında bütün ailenin ve birinci derecede yakınların bir araya gelmesini sağlaması özlediğim ve aradığım güzellikler arasındadır. Bir de Sinop’ta yazları köyümüze gidince yaşlı ağaçların hikayesini anlatırken duyduğum heyecanı unutamam. Bir zaman tünelinden geçiyor gibi olurdum. Vefatından kısa süre önce demans olmuştu. Üç yaşına kadar düşmüştü. Ona refakat ettiğim zamanlar belki de en huzurlu olduğum zamanlardı.
– Babanıza hayatta iken hayırlı evlat olduğunuzu düşünüyor musunuz? Bir hayıflanma var mı? Eksik kalan, hiç başlamayan, olmaması gereken…
– Tam anlamıyla olabildiğimi söyleyemem. Öyle somut bir hayırsızlık falan olmasa da babama karşı hep bir şeylerin daha çok, daha iyi, daha güzel olabileceğine dair hayıflanmalarım olmuyor değil. Şimdi olsaydı öyle değil şöyle davranırdım diye başlayan çok kurulmamış cümlem var.
Modern şehir hayatı anne babamızı bizden kopardı. Maişet derdini abarttı. Evlatlar ebeveynini merkezden çıkararak hayatlarını kurmaya başladılar. Geniş, geleneksel aile dağıldı. Bireyselleşme başladı. “Herkesin hayatı kendine” gibi nevzuhur anlayışlar gelişti. İçimizdeki hayıflanma duygusu biraz da bütün bunların süreği. Babamla daha iyi bir dil daha güzel bir diyalog geliştirebilirdim. Ben okumaktan kaçtıkça o beni okumam için kovaladı. Kafasında benim okumamla ilgili hayalleri vardı. Ben belki çok başarılı öğrenci olamadım ama babamın vasiyet hükmündeki hayallerini gerçekleştirmeye çalıştım. Bugün böyle bir söyleşiye muhatap olabiliyorsam, bu bunun sonucudur.
– Peki öyleyse, baba duasının gücü nedir diye sorsam? Ölünce de devam eder mi? Yoksa biter mi? Veya yerine bir başkası gelir mi?
– Baba duası ya da bedduası anneninkinden farklı olarak kelimelere ihtiyaç hissettirmeyen bir göğüs sıkışması, bir nefes daralması gibidir. Anneler zehri boşaltılmış cümleleri beddua olarak kullanırlar. Kalpleri dillerini tashih ve tekzip eder. Hz. Peygamberin bir hadisinden ifade ettiği gibi dua ve bedduası şeksiz şüphesiz tutan üç kişiden birisi babadır. Aslında her evlat anne babanın kabul olmuş duasıdır. Babasına evlatlık yapmayan evladından evlatlık göremez. Annelerin evlatlarına bedduası terlik fırlatır gibidir. Uzun bir mesajı terlikle kısaca ifade etmektir. Babaların sözcüklerle kurduğu dua ve beddua ilişkisi çok azdır. Babanın evladına karşı beslediği olumlu ve olumsuz hissiyatı, inkisarı zaman içinde hayat hatırlatır. Evladın baba için sadakayı cariye olduğu hakikatinden yola çıkarsak iyi evlat iyi bir eser gibi kıyamete kadar babaya ve de anneye ecir olarak yansıyacaktır. Baba hakkını ihlal eden helallik almayan bir evlat için ise dünya yokuşlarla engebelerle dolu bir bedel ödeme yurdudur.
– Peki baba, anneye rakip mi hocam?
– Baba anneye rakip değil elbette. Tamamlayıcı demek daha doğru olur. Anne cüzü gibi bir şeyden bahsedebiliyorsak baba cüzünden de bahsedebiliriz. Cüzler birleşir bütünü oluştururlar. Bazı evlatlar benim gibi babaya en kestirme yoldan gidebilmek için anneye müracaat ederler. Anneler babaların anlayamadığı evlat dilini tercüme ederler. Evlatla baba arasına en büyük arabulucu annedir. Baba-anne çatışması ya da rekabeti benim hiç tanık olduğum bir şey olmadı. Geleneksel ailelerde bu tür birbirini geçme ve sollama durumlarına kolay kolay rastlanmaz. Modern aile yapısıyla beraber hayatımıza giren bir şeydir bu durum. Feminizm, kadın-erkek eşitliği- toplumsal cinsiyet gibi kavram ve tartışmalar bu tür tartışmaları doğurmuştur.
– Baba türleri var. Mafya babası, siyasi baba, tarikatta efendi baba, mahallenin babası, okulda öğrenciler için baba, biyolojik baba… Nedir bu çeşitlilik hocam?
– Sıraladığınız baba türlerini çoğaltmak mümkün. Bir süre önce yazdığım “Bana Bunu Öğretmediniz” kitabında bu mevzuya genişçe değinmiştim. Öncelikle sosyolojik anlamda bir alaturka-alafranga ayrımından bahsedebiliriz. Benim babam “alaturka baba” sınıfına dahildi. Alaturka babaların alamet-i farikalarından bazıları şunlar:
Alaturka babalar yabancılaşmamıştır, olduğu gibidir. Üzerlerindeki elbiseler yıpranmadan bir yenisini kolay kolay almaya yanaşmazlar. Üstlerindekini kirlenmeden çıkarmazlar. Kendilerine yakıştırdıkları her nasılsa o güzeldir. Bir başkasının beğenisine muhtaç değildirler.
Alaturka babaları daha çok eşleri giydirir, onların giyecekleri şeyleri çarşıdan pazardan daha çok eşleri beğenip alırlar. Kendilerini nasıl rahat ve mutlu hissederlerse konforları odur. Moda nedir bilmezler, kendi bedenleri dışındaki bedenlerle ilgilenmezler. Bıyıklarına ayrı bir özen gösterirler. Çoğunlukla ilk baba oldukları yıllarda uzayan bıyıklarını muhafaza ederler.
En büyük ve en unutulmaz anıları askerlik anılarıdır. Berbere gidip gelmek, tıraş olmak başlı başına bir seremonidir onlar için. Çocuklarını insan içinde, hele babalarının yanında hiç sevip okşamazlar. Nasihat temel konuşma modlarıdır. Önemli bir kısmı gençliklerinde güreş tutmuşlardır. Ağızlarından “evlek”, “şimendifer”, “üvendire”, “boplin”, “pazen” ve “berhudar” gibi kelimeler eksik olmaz. Göbek taşına yatmayı, sırtlarına kese yaptırmayı hâlâ ihtiyaç bilirler. Alafranga tuvaleti söktürüp alaturkaya dönüştürürler. Sohbet severler ve zaman ne kadar değişirse değişsin yan komşuya misafirliğe gitmek isterler. Gazete okurlar, takvim yapraklarının arkasını okumayı ihmal etmezler.
Evlatlarının değişen şekil ve şemaillerini uzunuzun süzüp söyleyecek söz bulamayınca yutkunurlar. Etrafında gençleri görünce cümleye, “Biz sizin gibiyken,” ya da “Bizim zamanımızda,” diye başlarlar ve cümleyi kolay kolay bitirmezler. Çocuklarının veli toplantılarına kolay kolay gitmezler. Şemsiyeleri, çizmeleri, paltoları, eldivenleri nerdeyse evladiyeliktir.
Tatile çıkmazlar, memleketlerine giderler. Gittikleri yerlerden kışa hazırlık konserveler ve yüklü kumanyalarla dönerler. Oy demezler “rey” derler. Demokratla demir kırat aynı şeydir dillerinde. Birçoğu ihtilal, kıtlık, ezanın Türkçe okutulması ve Menderes’in idamını üst üste yaşanmış travmalar tarihinin meşum sayfaları gibi okuyup dururlar. Dünden bugüne sadece topraklarını terk ederek yerli ya da yabancı illere coğrafi göç yaşamakla kalmamış aynı zamanda buralarda tutunma mücadelesi verirken ailece zihinsel göç de yaşamışlardır. Bu göçten sağ salim çıkan yine de babalar ve annelerdir.
“Baba” kelimesi güç, otorite ve himayeyi temsil eder. Bu yüzden mafya gibi illegal güç unsurları da bu kelimenin şemsiyesi altına sığınmıştır. Anne kadar kuşatıcı ve sarıp sarmalayıcı değildir. Bu yüzden Kemal Tahir romanına devletin müşfik yüzüne dikkat çekmek için “Devlet Baba” yerine ilk kez “Devlet Ana” adını uygun görmüştür.
Oldu olacak “alafranga babalar”a da değinelim:
Klasik baba figüründen mümkün mertebe uzak dururlar. Çocuklarına tanıdıkları özgürlük alanı, bir tür kendilerine açtıkları alan serbestisini rahatça sağlamak içindir. Gençlik aşısı olmuşlardır. Yaşlarını göstermemeye çalışırlar. Genç görünmek için gençlerle oturup kalkmaktan, genç tarzı giyinip yaşamaktan mutlu olurlar. Arabaları, evleri, eşyaları ve sözcükleri bu yüzden hep gençtir.
Bazıları gençleri anlamak adına kendilerinin anlaşılmasına zemin hazırlayıcı tavırlar sergilerler. Tişörtlüdürler, penyelere sığınanları da vardır. Çocuklarıyla ve eşleriyle günlük işleri ve sorumlulukları paylaşırlar. Öğüt vermezler ve geçmişten pek bahsetmezler. Daha çok geleceğe odaklanmışlardır. Kariyercidirler, çocuklarının bir batı dilini bilmeleri, bir batı ülkesini gezmeleri için olağanüstü çaba gösterirler. Çocuk bakımında eşlerine yardımcı olurlar. Kılıbık kelimesinden hiç etkilenmezler.
Evlatlarına verdikleri günlük dolgun harçlık gibi bol özgüven aşılamaya çalışırlar, onlara meslek dayatmazlar. Çocuklarıyla arkadaş gibidirler, birlikte oyun oynayıp gezmekten kaçınmazlar. Onların veli toplantılarını heyecanla beklerler ve toplantı günü erkenden en ön sırada yer alırlar. Umumiyetle bıyıksızdırlar. Dokunma duyularını cömertçe kullanırlar. Adab-ı muaşeret usullerinden ziyade medeni insan olma ölçütlerine önem verirler. Modern babaların en gelişmişleri çocuklarının yapıp ettiklerinden habersizdirler. Bu tip ailelerde herkes her şeyi bilir; fakat en son babalar duyar.
– Bu iki tür baba hayli açıklayıcı oldu, eyvallah. Peşpeşe üç soru soracağım, kısa cevaplı olacak gibi. Çocuk için baba nedir?
– Çocuklar için baba, düşmemek için tutundukları bir balkon demiri gibidir. En büyük model, dışa açılma vasıtasıdır. Hayallere karşılık gelen dünya ile irtibatlı olan adam yani bir süperdendir. Annenin yetmediği ve yetiremediği yeri doldurandır. Yolu beklenen, akşamı anlamlı kılandır. Hepsinden öte bir tırmanma şerididir çocuk gözünde baba.
– Genç için baba nedir?
– Genç için baba, yolu yürünür kılan bir yoldaştır. Baba ile çıkılan yolun sonu hayırdır, vuslattır. Yıllar sonra gencin albümündeki resimdir baba. Erken uyarı sistemidir. Yoldaki işaret ve ışıklar ne ise genç için baba odur.
– Olgunluk döneminde baba nedir?
Gövdesine yaslanır gibi gölgesine yaslandığı bir çınardır olgunluk döneminde baba. Varlığı, orada ve yaşıyor oluşu bile büyük bir güvencedir. Evin temel direği. Sözün özü, ateşin közüdür.
– Yazılarınızda baba temasını sık sık işliyorsunuz. Niçin? İyi baba- kötü baba diye bir şey var mıdır? İyi baba neler yapar da iyi olur? İnsan kötü baba olmak için çok uğraşır mı?
– Düzyazılarımda “baba” şiirlerimde “anne” baskındır. Zaten babalar düzyazı, anneler şiirdir biraz da. Eş ve evlat sahibi bir adam “baba” kelimesinin içerisini doldurabiliyor ve bunu yaparken de “eş” kelimesinin içini boşaltmıyorsa o iyi babadır. Niceleri vardır ki eşlerine iyi koca olabilirler ama çocuklarına iyi baba değildirler. Bu iki aidiyeti mezcetmekle mümkündür. Kötü baba neden bir çocuk sahibi olduğunu bilmeyendir. Bu yüzden kötülüğünün bile farkında değildir. İyi baba iyi bir babanın ya da annenin tedrisinden geçmiş olandır.
– Allah Resulü (sav) babasız büyüdü. Bunu nasıl anlamalıyız hocam?
– Peygamberimiz yetimdi. Allah’ın ona tevdi ettiği kutlu vazife (peygamberlik) aynı zamanda güçlü ve de mukavemetli olmanın koşullarını oluşturarak gelmişti. Zor şartlara karşı tek başına ayakta durabilen, göğüs gerebilen bir müstesna kişiliğin hazırlık safhası gibidir bu. Aynı zamanda baba kültür ve terbiyesinin vahyin önüne geçebileceğine dair insanlarda oluşabilecek istifham ve ukdeyi daha işin başında bertaraf etmek gibi bir hikmete mebni olsa gerektir.
– Siz baba bir yazar, baba bir öğretmen, baba bir şair, baba bir hareket adamı mısınız? Hangisi veya hangileri?
– Kendimi tanıtma mecburiyetinde kaldığımda okur-yazar olduğumu, öğretmen formasyonuna sahip olmakla birlikte ontolojik olarak kendimi hep öğrenci (talebe) olarak hissettiğimi söylerim. Evet, iki oğul sahibi bir babayım. Onlar benimle benim babamla mukayese edilmeyecek derecede sıkı fıkıdırlar. “Ben şairim” ifadesini kullandığım pek vaki değildir. Daha çok kendi şiirimin okuyucusu olduğumu söylerim. Hareket adamlığına gelince, yerimde duramayacak denli hareket halinde olduğumu söyleyebilirim. Bir de Üstat Nurettin Topçu ve onun hareket felsefesinden çok istifade etmişimdir. Babamdan aldığım kutsal emanetler yörüngesinde hareket eden okur-yazar bir talebeyim, diyebilirim.
– Eyvallah hocam… Babanıza diyemediğiniz, içinizde kalan bir şeyler var mı?
– Babama diyemeyip içimde kalan şeyler vardı, onları şiir olarak söylemek nasip oldu. Şurada olduğu gibi:
“Sevgili babacığım, ne çok şiir yazmadın
Uyanmasın acılar, düşler ürkmesin diye.
Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye.”
– Son sorumuz da bu olsun: Babası hayatta olan evlatlara neler söylemek istersiniz?
– Babaları hayatta olan evlatlara: Ne kıymetli ne büyük bir varlığa sahip olduğunuzu bilin. Bütün sahip olduklarınız o yani babanız olmadığı zaman anlamını ve ağırlığını bir anda kaybediyor. İnsan sevdiklerine alıştığı zaman onları göremiyor. Zira alışmak bir körlüktür. Babınızla daha çok sohbet edin, daha çok yol yürüyün, daha çok duasını alın. Bir gün, bir saat gelecek ki ertelediğiniz bu güzellikleri isteseniz de yapamayacaksınız. Ölüm koşullarını sizin üzerinize dayatacak. Babanızla hep bir terminalde bekliyormuş gibi olun. Onun valizlerini, ağırlıklarını taşıyın. Gözlerinin içine bakın. İnsandan geriye kalan gözlerinin içidir, unutmayın.
– Çok teşekkür ediyorum hocam. Rabbim annenize, babanıza ve tüm geçmişlerimize rahmet eylesin…