Bizimle İletişime Geçin

Edebiyat

Alaturka Bisiklet

Bisikletiyle gelir destursuz öylece otururdu. Oturduğu zaman ilk konuşmayı asla o başlatmazdı. Bir müddet sessiz bir şekilde etrafa bakar, bisikletini kollardı. Birkaç sayfa kitap okumak için gittiğim kafeye her gün aynı saatte uğramak onun için görev haline gelmişti.

EKLENDİ

:

Bisiklet

Bisikletiyle gelir destursuz öylece otururdu. Oturduğu zaman ilk konuşmayı asla o başlatmazdı. Bir müddet sessiz bir şekilde etrafa bakar, bisikletini kollardı. Birkaç sayfa kitap okumak için gittiğim kafeye her gün aynı saatte uğramak onun için görev haline gelmişti.

Masama doğru yaklaştı, biraz bekledi, sonra karşımdaki sandalyeye ilişiverdi. Yüzündeki yanık izini sormaya cesaret edemedim. Nuri Bilge Ceylan ve Emir Kusturica filmlerinden bir kare gibi duran bisikleti üzerine her sorulacak soruyu heyecan içinde, ara vermeden cevaplama isteğini görüyordum. Bisiklet, üretici firmadan hiçbir iz taşımıyordu. Tamamen kendi eserine dönüşmüştü. Yaklaşık yetmiş beş yılı üretimi olmasına rağmen kendisiyle beraber gayet eğlenceli bir hayat sürmüş olmalıydı. Nihayet sordum bisikletin hikâyesini.

Kardeşim dedi o. Yol neyse yolcu da odur. Selede ne taşıdığını çok merak ediyordum. Kelimeler dedi. İnsan ayrıldığı insanı dağınık bırakırmış. Bundandır kelimeler biriktirirmiş bisikletin selesinde.  Teyp dedim. Otomobil teybi monte etmişti. Ayrılmış kelimeler gelirmiş, bu teybe konarmış.

302 otobüs farlarını da takmış takıştırmıştı. Bir kablo yığını dolaşıyordu bisikletin etrafında. Nazar boncuğu, kare şeklinde Türk bayrağı logolu süs eşyası ayrıca güven veriyordu. Zamanın gelini böyle olur, böyle süslenirmiş dedi ve birden kalktı. Bisikletin gideceği başka yollar vardı.

 

Okul

Zil çaldı. Bir okulun yanından geçiyordu.

Coşkun bir ırmağın yanından geçerken hissettiği o nüfuz etme ihtiyacına kendini kaptırdı.

O da merdivenlerden iki, üç atlayarak iniyordu.

Çocuklar merdivenden üçer beşer, iki üç basamak atlayarak indiklerinden ayaklarının altında depremi andıran küçük sarsıntılar duyumsadı.

Bahçeye çıktı. Çocuk oldu.

Çocukluğunda köyde ilk mektep bahçesinde bir topun peşine koşturan onlarca çocuğun arasına karışıverdi.

Ayakları birbirine dolaşanlar tozlar içinde yuvarlanıyor, birinin savrulan eli ötekini yere seriyordu.

Yerden kalktı, tozlar içindeydi. Üstünü başını silkeledi.

Öğretmen; “Sakinnnn! Sakinnnn!” diye bağırdı uzaktan.

Düşüp kalkanlar için öğretmenin seslenişi geçmişte kalmış ve umursanmaz olmuştu.

Bir çocuk olup en önde koştu. Topa bir kez olsun vurup yönünü değiştirdi. Bu yaşa erdikten sonra ilk başarı kupasını verdi kendine.

Zil çaldı.

Aç kapıyı

bekle bizi,

hep beraber gelen biziz.

Bu zilde bir nota oldu. Mırıldanarak çocukluğunu alıp okuldan uzaklaştı.

 

Diyaliz

Diyaliz ünitesine giden koridordaki kapıların açılıp kapanması sırasında çıkan sesler, bu kapılardan giren ve çıkanların ruh durumu hakkında çeşitli düşünceler dolaştırıp duruyordu zihnimde. Hastalar ne kadar yorgun itiyorsa kapıyı öyle aheste aheste kapanması ile karşılık buluyordu kapıdan. Yüzünde çillerle güzelliğini süsleyen bir kadın, kapıdaki siluetini seyrede seyrede kolunun tersiyle kapıyı işaret etti. Olimposlu Afrodit tavrı olmasa da bir Venüs iması ile yürürdü. Konuşmayı sevmez olmuş her güzel gibi.

Bekliyorum. Geniş bir salon… Diyaliz hastalarının tedavi gördüğü odalara açılan kapılar var. Yatan hastaları görüyorum. Diyaliz makinalarına bağlılar ve uyuyorlar.

Uzun boyu kamburunu daha da görünür hale getiriyordu.  Ağır ağır yürüyerek önümden geçti. Duraksayıp geriye baktı.  Refakatçı kızı bütün çaresizliğini doldurduğu buruşuk poşeti aldı ve Hasan amcaya yetişmeye çalıştı. Yanıma geldi, galoşları çıkardı, kullanılmışların olduğu kutuya attı. Bu arada Hasan amca Venüs’ün geçtiği kapıya yaklaştı. Kadın kendi adıyla anılan parfümünün kokusunu saçıp gitmişti. Hasan amca bu kokuyu duyumsadı. Birden yere yığıldı.

Hemşire koridorda bağırdı. Doktor bey dedi Hasan amca düştü. Doktor steteskopunu aldı, omuzlarına attı. Ben de doktoru takip ettim. Ah Hasan amca dedi bir hemşire, belli ki O’nu iyi tanıyordu. Telaşlı bağrışmalar sürdü. Sedye geldi. Hasan amcanın ölmeye yatmış bedeni tekrar diyaliz ünitesine götürüldü. Engelli kızının ağlayışı yürekleri sızlattı.

 

Duvar

Adam duvarın dibinde oturmuş.

Dil ve duvar üzerine düşünüyor.

Duvar dedi. Taş, tuğla, ter: Üç T.

Duvar üzerine yazılmış yazılar dedi birden. Yazılan ve silinen, yazılan ve tozlanan yazılar…

Arkasında üzeri başka bir boya ile boyanmış bir yazı kalıntısı vardı. Ne yazıldığını biliyordu. Anlatmayı gereksiz buldu. Bir nesli anlatıyordu belli ki. Kaç kelimeyle anlatabilirdi?  Ya da hangi dilde?

Kelimeler dedi bazısı tüyden bir kuş kanadıyla çizilen, bazısı demir.

Duvarın korunak oluşturduğu doğrudur. Çin’de bir duvar… Berlin’de başka bir duvar… Aşılamaz olan duvarlar, yıkılan bütün duvarlar adına yaslanmıştı ona. Atilla’nın, atların nal sesleri ile yıkmaya çalıştığı yüksek Roma duvarları ile Çehow’un aşılamayan duvarlarını kıyasladı. Yalnızlık ve duvar üzerine, dil kurmanın gereği üzerine düşünüp dururken O Duvar şiirinden bir pasaj söylendi.

 

O duvar O duvar O duvar

O duvarın dibinde

Bizimkiler kurşunlanıyorlar…

Kurşunlardan kendini korumak ister gibi çömeldi,  dizlerine yumuldu. Küçüldü. Yaslandığı duvar üzerine yıkılıyordu. Sözcüklerin varlığı olguların varlığını göstermez yazılı bu duvar.

Çok Okunanlar