1. Anasayfa
  2. Gezi Yazısı

Ata Yurdumuz Özbekistan’da Kısa Bir Cevelân III (14-18 Nisan 2025)

Ata Yurdumuz Özbekistan’da Kısa Bir Cevelân III  (14-18 Nisan 2025)
0

“Ecdadın Asırlarca İlim Öğrettiği, Binlerce Öğrenci Yetiştirdiği Kadim Medreseleri, Aynı Amaç Doğrultusunda Kullanamamaktayız…”

17 Nisan Perşembe, Semerkant-Buhârâ:

Otelden Tren Garı’na Yandeks ile Özbekçe bilmeyen genç mesture bir bayan taksici ile geçtik. Biz dört kişi (Orhan Atalay, Enver Arpa, Mehmet Çakırtaş ve ben) hızlı tren ile geçerken, grup otobüsle Buhâra’ya intikal etti.

Buhârâ’ya varınca biz tren garından doğru Nakşibendiyye tarikatının kurucusu olan ve “Şah-ı Nakşibend” diye anılan Hâce Muhammed b. Muhammed el-Buhârî (ö. 791/1389) (1) hazretlerinin kabrini ziyaret ettik. Etrafı yüksekçe bir duvar ile çevrildiği için mezar görünmemekte, ön tarafta Arapça kitabelerin bulunduğu bir mezar taşı ve orada bir veli kabrinin olduğu gösteren mezardan yukarıya doğru ucunda bayrak gibi bir şey bulunan 8-10 metrelik bir direk yükselmektedir. Kiraladığımız aracı daha fazla bekletmemek için ziyareti kısa tutup oradan Buhârâ’daki otelimize yerleştik.

Otel, tarihi eserlerin bulunduğu bir merkezde olunca, otobüsle grup gelinceye kadar biz kısa bir gezintiye çıktık. Taşkent ve Semerkant’ta hava güneşli ve 25 derece civarında iken Buhârâ’da hafif yağışlıydı ve 15-20 dereceye düşmüştü. Hemen yakınımızdaki Nadir Divan Bey Medresesi, Leb-i Havuz ve Kukeldaş Medresesi gibi o bölgedeki her biri turistik eşyalar satan ticarethanelere dönmüş birkaç medreseyi ziyaret ettik.

Nadir Divan Bey Medresesi, 1620’li yıllarda dönemin vezirlerinden Nadir Divani Bey tarafından kervansaray olarak inşa edilmiş, daha sonra dönemin Buhârâ hanının isteği doğrultusunda medreseye dönüştürülmüştür. Medresenin görkemli giriş kapısında güneş ve tavus kuşu figürlerinin yanı sıra İsra Suresi’nin ilk ayeti yer almaktadır.

Kubbeleri, duvarları ve iç kemelerinde kullanılan tuğlalarla yapılan eşsiz süslemeleriyle enfes bir yapı olan Kukeldaş Medresesi, 1568-1569’da II. Abdullah Han döneminde, emirliğin ileri gelen ve hamisi Kulbaba Kukeldaş‘ın emriyle inşa edilmiştir. Çok geniş avlusu ve 160 hücresi olan bu medrese de maalesef günümüzde turistik eşya satan bir çarşıya dönüştürülmüştür. Ne yazık ki ülkemizde de birçok örneği olduğu üzere ecdadın asırlarca ilim öğrettiği, binlerce öğrenci yetiştirdiği bu kadim medreseleri, aynı amaç doğrultusunda kullanamamaktayız. Dahası bizde bu ilim odalarının, kızlı-erkekli zaman öldürülen, masiyetler işlenen mekanlara dönüştürülmesi çok üzücüdür.

Çarşının içinden geçerken seneler önceki ziyaretimde olduğu gibi Özbek bir esnafın on kadar elyazması eseri serginin üzerine koyup satışa sunduğunu gördüm. Maalesef bu defa da o kitapların ne olduklarına bakma ve kaça satıldığını sorma fırsatım olmadı. Özbekistan Devletinin bu kıymetli el yazmalarının bu şekilde pazarda elma satılır gibi heba edilmesine izin vermemesi, devlet olarak gelip ya satın alması yahut gerekirse el koyması gerekmektedir. Zira kadim ilmi miras olan o el yazmalarının, başka ellere geçmemesi, Buhârâ kütüphanelerinde korunması elzemdir.

Oradan namaz kılmak için en yakındaki 18. Asırda yapılmış olan ve devletin koruması altına alınan “Poyı Ostona” adlı kadim bir mescitte namaz kıldık. Namaz öncesi, camide ders çalışan 12 yaşındaki Muhammed Musa adlı bir Özbek genç ile konuştuk. Arapça da öğreniyor olması ve zorlayarak da olsa bizimle Arapça konuşmaya çalışması çok hoş idi. Bu genç için dua ettik ve arkadaşlarımız da avucuna para tutuşturdu. Namazımızı kıldıktan sonra camide sohbet eden üç Özbek cemaat ile konuşmak üzere oturduk. Onlardan biri 65-70 yaşlarında olan ve Irak’ta, Libya’da tahsil görmüş, uzun yıllar hem medresede hem de üniversitede Arapça hocalığı yapmış şimdilerde emekli olan nur yüzlü bir hoca idi. Onunla Türkçe-Özbekçe başlayan sohbetimiz, Arapça devam etti. Sorduğumuz sorulara güzel cevaplar verdi. Kendisi her gün bu camide oturur bir hatim edermiş. Biraz sohbet ettikten sonra biz ona, günde bir hatim etmek yerine birkaç ayeti anlamaya-anlatmaya çalışmasının daha faydalı olacağını söyledik. Bunun ancak medresede mümkün olabileceğini ifade etti. Bu defa ben latife olarak “Allah kıyamette sana: “Ben ta Türkiye’den sana elçilerimi gönderdim, sana şöyle yap dediler, neden yapmadın?” diye sorar dedim. Hoca: “Ben seviyemi biliyorum” diyerek tevazu yaptı. Ben de “Aksine biz senin kitap yazarak Özbek halkına faydalı olabilecek bir seviyede ve donanımda olduğunu gördük, bunu yapmalısın, yazmalısın” dedim. Kucaklaşarak dualarla oradan ayrıldık. Zuhurata tabi bu yarım saatlik güzel sohbet hepimizin hoşuna gitmişti.

Diğer arkadaşlar da gelince yemek için bir lokantaya gittik. Yemek esnasında bir hocanın “Hz. Peygamber, Allah’ı görmüştür” şeklindeki iddiası, zamansız, zeminsiz, temelsiz ve gereksiz bir tartışmaya yol açtı. Yemek sonrası tekrar tarihi medreseleri, mescitleri dolaşmaya başladık. Akşam gezintisinde İstanbul’dan İlim Yayma Cemiyeti tarafından gönderilen gençlerle ayaküstü kısa hasbihal ettik. İlahiyatçı olan gençler beni tanıdılar. Bu genç grup önce Urgent’e inmişler, Hiva’yı görmüşler. Buhârâ-Semerkant ziyaretlerinde sonra Taşkent’ten uçacaklarmış ki bence en güzel rota bu olsa gerek. Maalesef biz Hive’yi yine göremeden döneceğiz.

Yürüme mesafesindeki her biri diğerinden daha muhteşem karşı karşıya kurulmuş iki büyük medreseyi, Mirza Uluğbey Medresesi ile Abdülaziz Han Medresesi’ni dışarıdan gördük. Sanat, işçilik, zevk-i selim, ihtişam kısaca hepsini bu tarihi eserlerde görmemek mümkün değil.

Oradan biraz daha ilerledikten sonra, Mir Arab Medresesi ile Kalon Minaresi’nin bulunduğu alana vardık. Burayı ister gece ister gündüz görün büyülenmemek mümkün değil. Buhârâ’nın merkezindeki pek çok noktadan görülebilen Kalon Minaresi, 1127 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han’ın emriyle inşa edilmiştir. Yerden oldukça kalın bir şekilde başlayan minare, yukarı doğru yükseldikçe tedrici bir şekilde incelmektedir. Yüksekliği 50 metreye yakın olup, iç merdiveni 105 basamaktan oluşmaktadır. 13 kuşaklı bir gövdeye sahip ve aynı zamanda gözetleme kulesi olarak da kullanılan bu eşsiz minare asırlardır ayakta kalmayı başarmıştır. Akşam gözüyle daha farklı görünen bu ihtişamlı mekanları yakından görmenin heyecanı ve huzuru ile otele döndük ve istirahate çekildik.

18 Nisan Cuma, Buhârâ:

Kahvaltı sonrasında aynı mekanları bu defa gündüz gözüyle tekrar ziyaret ettik. Mirza Uluğbey Medresesi, Abdülaziz Han Medresesi ve Mir Arab Medresesi’nin içine girdik. Özellikle halen eğitim veren Mir Arab Medresesi’nin içine girmeyi ve oradaki eğitimi yerinde görmeyi çok arzuluyorduk. Yılmaz hocanın, medrese hocalarından izin almasıyla bu arzumuz gerçekleşti ve içeri girdik.

1530-1536 yıllarında Şeyh Abdullah Yemenî adına yaptırılan Mir Arap Medresesi, yaklaşık 5 asırdır Orta Asya’nın din alimlerini yetiştirmiş ve hâlâ da yetiştirmeye devam etmektedir. Nitekim Tataristan’a ilmin girişi de Kazan’dan ticaret için gelen kervanlara katılan talebelerin bu medresede Arapça tahsil görmeye başlamasıyla gerçekleşmiştir. İki katlı ve Kur’an surelerinin sayısınca toplam 114 odadan oluşan medresenin üst katları öğrencilerin yatakhaneleri, alt kattaki hücreler ise derslik olarak kullanılmaktadır. 160 kadar öğrencinin 4 yıl tahsil gördüğü Medrese’nin içine girebilsek de odalarında ders yapan talebelere selam vermemize izin verilmedi. Sadece birkaç sıra ve hoca masasının konulduğu, yazı tahtasının bulunduğu hücre, 8-10 kişilik modern bir sınıfa dönüştürülmüş boş bir odayı görebildik. Oradaki bir hocadan müfredat ve eğitim ile ilgili bazı bilgiler alarak ayrıldık.

Sonra biraz daha yürüyerek Buhârâ’nın meşhur Ark Kalesi’ne doğru ilerledik. Bazı arkadaşlar bu kaleye girerken, bazıları da kale karşısındaki Bolo Havuz Camii’ni ziyaret etti.

Kaleye 1700’lü yıllarda yapılan iki kule minare arasındaki yüksekçe bir kapıdan girilmektedir. 4 hektar genişliğe, 20 metre yüksekliğe sahip devasa kalenin, 800 metre uzunluğundaki duvarları, belirli aralıklarla bombeli surlarla ve duvarlara yerleştirilmiş binlerce ağaç ile tahkim edilmiştir. 3 bin yıllık bir tarihe sahip olan Ark Kalesi, hem emir sarayı hem de karargâh olarak kullanılmış. Kalenin içinde üç tarafı revakla çevrili iç süslemeleri, tavanı ve mihrabı ile dikkat çeken, şimdilerde müze olarak kullanılan güzel bir mescit yer alıyor. Kalede, dönemin üst düzey yöneticilerine ait çalışma odası da bulunuyor. Bu odadan doğrudan resmî heyetlerin kabul edildiği selamlama meydanına ulaşılıyor. Üç tarafı revaklarla çevrili bu geniş avluya girildiğinde tam karşıda, oldukça yüksekte tahtın kurulduğu mekân yer alıyor. Tarih boyunca defalarca işgal ve zarar gören kale, son olarak 1920 Buhârâ Savaşı sırasında Ruslar tarafından bombardıman edilmiş ve ele geçirilmiştir. Daha sonraları restore edilen ve 1993 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne giren Ark Kalesi’nde bulunan binaların bir bölümü günümüzde Özbek tarihine ışık tutan bir müze olarak hizmet vermektedir.

1712 yılında Buhârâ emiri tarafından inşa ettirilen Bolo Havuz Camii, giriş tarafında yer alan hayli uzun ve ince oymalarla süslenmiş 20 ahşap sütunu ve göz alıcı mimarisiyle dikkat çekiyor. Bu sütunların, caminin önündeki havuzda yansıması sebebiyle, “40 Sütunlu Cami” adıyla da biliniyor.

Caminin giriş kapısında çeşitli farklı renk ve üslupla nakşedilmiş hatlar yer almaktadır. Şifâu’l-Kulûb, likâu’l-mahbûb yazısı, titiz bir ustalıkla altlı-üstlü müsennâ (ikili) olarak yazılmış; Kul küllün ya’melü alâ şâkiletihîayet-i kerimesi enfes bir şekilde dizilmiş, “Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali” isimleri iç içe geçirilerek adeta bir bulmaca gibi gizlenmiştir.

Orada beklerken Cuma namazına gelen Özbek iki yaşlı (Nurani) dede ile muhabbet ettik ve dualarını aldık. Almanya’dan, İstanbul’dan gelen Türk grupları gördük.

Cuma namazı öncesi Özbek bir hoca yarım saat kadar hadislerle vaaz etti. Hadislerin Arapça metinlerini de okuyordu. Naklettiği ilginç rivayetlerden bir tanesi de şeytanın Ebû Hureyre’ye âyete’l-kürsî okumayı öğretmesine dair ilginç bir rivayet idi.

Grup otobüsle Şah-ı Nakşibend’e gitti ve cuma namazını orada kıldı. Orayı gelir gelmez ziyaret eden bizler ise cumayı Bolo Havuz Camii’nde kılmayı tercih ettik. Bu coğrafyanın çoğunda olduğu üzere Hatip, hutbesinde sadece Arapça hamdele-salvele getirdi, duaları ve bir iki ayeti okumakla yetindi, Özbekçe herhangi bir hitapta bulunmadı. Oysa bu konuda Tataristan bir asırdan fazla bir zamandır Tatarca hutbeye geçmiştir. Hatip sağ eline 2 metrelik kalın bir sopa alarak ve cemaate selam vererek hutbeye başladı. Cemaat, vaaz ve hutbeyi pür dikkat dinlemekteydi. Tesbihat bizdekine benzemekte, dua sonunda bizdeki gibi “El-Fatiha” denilmemektedir. İmamların kıraatleri, müezzinlerin ezanları ve sesleri genellikle güzeldi. Cuma sonrasında bir hocanın “Cuma namazı bitince yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından isteyin…” ayetlerini okuması, topluca dua edilmeden cemaatin kalkmaması dikkat çekiciydi.

Cuma namazı sonrasında yürüyerek İsmail Sem’ânî Türbesi’ne geçtik. Samanoğulları dönemine ait olan bu türbe, 958 yılında inşa edilmiştir. Orta Asya mimarisinin en eski anıt mezar binası olarak bilinmektedir. Bugün türbenin içerisinde, kapıdan girer girmez yer alan bir kabrin dışında başka bir şey bulunmamaktadır. Yüz yıl öncesine ait siyah-beyaz fotoğraflarda bu türbenin etrafında birçok mezarın bulunduğu görülmektedir. Yaklaşık 10 metrelik bir küp şeklinde tamamen pişmiş tuğla kullanılarak inşa edilen türbenin üstü yine tuğladan bir kubbe ile kapatılmıştır. Türbenin dört köşesine tuğladan örülmüş köşe kuleleri yerleştirilerek daha estetik bir görünüm kazandırılmıştır. Türbenin duvarları üzerinde tuğlaların yatay, dikey ve köşeli dizilimi ile geometrik bezemeler elde edilmiştir. Gün boyunca, güneş ışığının yönüne bağlı olarak türbe duvarlarındaki desen, süslemesini değiştirmektedir. Tarih boyunca birkaç kez restore edilen türbe, 1993 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınmıştır.

Buradan ayrılıp grupla birlikte yediğimiz yemekten sonra Orhan, Enver, Mehmet ve ben olmak üzere biz tren garına geçtik ve 5.55’te Taşkent’e hareket ettik. 10.10’da Taşkent’e vardığımızda bizi Taşkent ve Semerkant’ta faaliyet gösteren iş adamı yıllardır tanıdığım ve çok sevdiğim dostum Aziz ve arkadaşları karşıladı. Bizi, araçla ücretli girilebilen modern Taşkent’te bir semte götürdüler. Oradaki bir lokantada Özbek arkadaşlarla tanıştık. Birlikte yemek yedik ve aramızda samimi bir sohbet ve muhabbet gerçekleşti. Aslında bu sohbet ortamı, Orhan hocanın bir ara “Hep merhumları ziyaret ettik, dirilerden kimse yok mu?” diye yaptığı latifenin gerçekleşmesi demekti. Gerçekten de muhataplarımız, sohbetleriyle, donanımlarıyla samimiyetleriyle ve görevleriyle, Özbekistan ziyaretimizin son demini “Hitamühû misk” denilebilecek kadar güzelleştirdiler ve unutulmaz bir muhabbet ortamı oluşturdular. Gecenin sürprizi ise doktora öğrencim Abdurrahman’ın bir yakını olan fizyoterapist Efzal’in her birimize omuz ve boyun mesajı yapmasıydı. Bu samimi güzel insanlara en içten teşekkürlerimizi, onları mutlaka ülkemizde ağırlamak istediğimizi bildirerek ve dualar ederek onlardan ayrıldık ve Aziz dostumuzun ayarladığı bir otelde üç saat kadar dinlenmeye geçtik. Saat 4’e doğru Aziz kardeşimiz aracıyla gelerek bizi havaalanına götürdü. Orada Buhârâ’dan gelen diğer 3 hocamızla buluştuk. Geçiş işlemlerini tamamladıktan sonra Aziz ile vedalaştık ve mescitte sabah namazını kıldık. Saat 8’e doğru da Ankara’ya uçuşumuz başladı. Uçakta biraz uyuduk, biraz aramızda muhabbet ettik ve saat 10.10’da Anakara’ya indik elhamdülillah. Böylece 5 günlük kısmen yorucu olsa da çok zevkli, bereketli, hareketli ve son derece yararlı olan Özbekistan seyahatimiz tamamlanmış oldu.

Aslında bu 3 şehir, tarihi mirası itibariyle o kadar zengin ki, birkaç günde sadece öne çıkan bazı zevatı ve mekanları ziyaret edebildik. Gidemediğimiz, göremediğimiz çok daha fazla ziyaret yeri olduğunu bilmekteyiz. Ne var ki, beş günde ancak bu kadarı yapılabilmektedir. Bu 3 şehirdeki kalan önemli mekanları ziyaret edebilmek için en azından her bir şehirde bir hafta kalmak gerekmektedir. Ayrıca mutlaka görülmesi gereken Hive, Fergana vb. şehirler de dikkate alındığında, Özbekistan’a yapılacak seyahatlerin birkaç hafta olacak şekilde daha geniş tutulması gerekiyor. Mevsim olarak belki de en ideal dönem Nisan-Mayıs ayları olduğu anlaşılmaktadır.

Bize böyle bir fırsatı veren Rabbimize binlerce şükürler olsun. Özbekistan’da ziyaret ettiğimiz veya edemediğimiz tüm merhumlara rahmet olsun. Bu organizasyonda emeği geçen herkesten Allah razı olsun. Bu süre içerisinde bizlere yardımcı olan tüm Özbek hocalarımıza, kardeşlerimize en içten teşekkürlerimiz sunuyoruz. Özbekistan’a gitmeyenlere en yakın zamanda gitmeyi, gidenlere ise değişik vesilelerle tekrar tekrar gidebilmeyi Yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.

22.04.2025 ANKARA

Fotoğraflar: Doç. Dr. Mehmet Çakırtaş

  1. Geniş bilgi için bkz: Hamid Algar, “Bahâeddin Nakşibend” maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, IV. 458-460.

1965 yılında Bolu-Gerede’de doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Gerede’de tamamladı. 1987 yılında A. Ü. İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. 1987-1989 yılları arasında Hadis Anabilim Dalı’nda Yüksek Lisans yaptı. “Sahabenin Sünnet Anlayışı” adlı tezi ile 1996 yılında doktor oldu. 1993 yılında A. Ü. İlahiyat Fakültesi Hadis Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 2000 yılında doçent oldu. 2008 yılında Profesörlük kadrosuna atandı. Halen aynı fakültede çalışmaktadır. Yayınlanmış birçok kitap ve makalesi bulunmaktadır.

Yazarın Profili

Bültenimize Katılın

Hemen ücretsiz üye olun ve yeni güncellemelerden haberdar olan ilk kişi olun.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir