Botsvana’da ayak izi iki oluk oluşturan bir fil, yürümekte olduğu yolda kararlı adımlarla devam ederken, oldukça derinden, düşük desibelde bir ses, file inandığı tüm doğruların yalan olduğunu söyledi. Üstelik fil hiç kimseye herhangi bir soru yöneltmemişti. Karanlığa alışkın biri, gözlerini açar mıydı, ışığa karşı? Göz kapakları bir tüy misali hafif olsa bile, çarşaf gibi yırtabilir miydi onları? Görmezden gelmek fil için kaotik bir durumdan kaçmanın en kolay yolu iken üstelik.
Dakikalar saatleri, saatler günleri kovaladı. Karınca konuşmaktan, fil dinlemekten bıkmadı. Kalben tasalarını merak etmediğin birine nasılsın demek münafıklıkta bir mertebe olduğundan, fil karıncaya hiç soru sormadı. Karınca gayret makamındaydı, fil bihaber. Nihayetinde son sözünü söyledi karınca. Fil sadece duydu, ilk kez birine inandı, korktu ve uyandı. Duydukları karşısında filin dev gibi bedeni, 292 inç ekranda piksel piksel parçalandı. Tozdan küçük, yoktan büyüktü artık. Hiç olmaya ramak kalmıştı.
Fil oluğu, pamuk ipliğiyle bağlandığı tek sahibini, fırtınada savrulan kara yosunu gibi arkasında iz bırakmadan terk etti. Ağaçların hışırtısı, çayırda yayılan rüzgâr, çiçek kokuları, kuşlar, yeni arkadaşlar filin kulaklarını tıka basa doldurdu. Yüreğinde hiç alışık olmadığı bir dünyanın verdiği gerginlik, korku vardı. Yılların şifalanmaz ruhu, demir zincirlerin görünmez halkalarını ayaklarından koparıp boynuna dolamış, koskoca bir belirsizlik içinde durmadan yürüyordu. Üstelik hiç istemediği yerlere. Sorulsa gider miydi? Cesaret eder miydi bilinmez, ama yürüdükçe korktuğu, korktukça yürüdüğü kesindi. Korkuyor görünmemek için neşeli duruyor, ağlamamak için gülüyordu. Ya ağlamayı bilmiyor, ya da kendi felsefesince gülmek için sebepler uyduruyordu.
Kendini o kadar az seviyordu ki her şeyden çok kendini sevebilenlerin yanında kalamıyor, nerede duracağını bilmediği, bir yere aidiyet olabileceğine inanmadığı için aralıksız yürüyordu. Belki de bu sayede huzur içinde aynı yolda seyrediyordu. Başını yerden kaldırmanın, tüm korkularının temsili o heybetli beyaz sandalyeye kafa tutmanın ne gereği vardı. Oluktan çıkıp koşmaktan yorulduğu bir anda aydınlığa ve ormana karşı, yaşıyor muyum diye bağırdı. “Evet.” diyen sesler duydu. “Yine mi?” diyebildi, karıncanın aylardır ona seslendiği desibelde. Ve ekledi; dokunmasaydın keşke, her hayat senin iyiliğini kaldıramaz ki.
Yine durmaksızın yürüyor ve gülüyordu. Değişen tek şey ayaklarının dokunduğu o şanslı topraktı. Olur da çevresindeki tüm sesler kesilirse karınca aklına geliyor, o anlarda havanın sıcaklığına, tırnağına dolan çamura sinirleniyor, ormanın en kalabalık yerine doğru hiddetle durmaksızın yürüyordu. Yeterince yoğunlaşmaz ise gökten su akmaz, bir düşünceye derinlemesine dalmazsa ağlamazdı. Gözyaşını sileni olmayan herkes bilirdi bunu. Kimsesizler ağlamazdı.
Filin iyiliğini filden daha çok düşünmek. Bu nasıl bir sanrıydı. Mümkün müydü? Hadi mümkün oldu diyelim. Bu olmamış meyveyi dalından koparmayla eş değil miydi? Fil arzusu dışında gerçekleşen olaylar silsilesi için sorumlu muydu? Peki, karıncanın filin uyanışı için heba ettiği hayatının fil için bir önemi var mıydı? Olmamalıydı.
Karınca eklem bacaklarına bakmadan ateş olmak istedi. İstediğini dahi bilmediği her şeyin önünde fil, sadece koca bir perdeydi. Madem karıncanın aşkı, bu kadar erdemliydi. Dışarıya taşıp karıncayı başkalaştırması ve yayılan ateşiyle karıncayı da de önündeki perdeyi de yakması gerekmez miydi? Leyla da Kays’ın hayalinde gerçek varlığında olduğundan daha güzel değil miydi? Fil için canını ortaya koyan karınca eğer mevzu aşk ise o aşkın kâfiri değil de neydi? Öyle olmasa henüz daha filden vazgeçmeden ölürken, gülebilir miydi?
Peki, bunun bir önemi var mıydı? Olmamalıydı.
Her mahlûk kendi aşkı için yürür düştüğü yolda, kimse kimseyi arkasından itmedi ya! Ve aşk tek kişiliktir. Aşkta karşılık beklemek şirke girer en sonunda.
