Adamın bir atı vardı, akça bedeninde belli belirsiz lekeleri olan. Adam işte o atını sürdü, çiçeklerin baharında koyu yeşil kırlara…
Patika bittiğinde ilkin papatyalar karşıladı adamı, sonra mavi-mor peygamber çiçekleri, düğün çiçekleri yine sarıydı, gelincikler bilindik renginde.
Serçeler bir telaşeyle kondu kırmızı meyveli çalılara, çabuk çabuk kendi aralarındaki bir lisanda konuştular sonra aynı hengâmeyi sırtlanıp yol aldılar ormanın kıyısına.
Adam bunları gördü de öyle indi atından, devirdi gövdesini yeşil çimenlere, çekti ciğerlerine serin havayı. Islıktan da bir türkü saldı karları daha erimemiş dağlara. Dağlar, bedenini döven aynı ıslıkla karşılık verdi adama.
Akça bedenli atına döndü adam:
“Gitmeyelim” dedi, “Kalalım bu kırlarda”
Akça at çiğnedi otları, hiçbir söz demedi adama.
Adam gitmek istemiyordu, kalabalıkların yatağı taştan sokaklara… Sokaklar, kara balçıktan çamuruyla içine çekiyordu adamı, adam boğuluyor, daralıyor, çıkmak istiyordu. Bir dal arıyordu tutamaçları olan, şöyle güçlü bir dal, çeksin diye, bedenini çıkarsın bu kuytudan. Ama yoktu işte.
Adam boğuluyor, sokak onu boğulduğu yerden yutuyordu.
Adam taş sokakları olan şehre gitmek istemiyordu. Bu kırlar akça atına da yeterdi kendine de.
Öyle olmasına öyle de…
Çaresizlik denilen bir çıban vardı mecburiyet ensesinde.
Adam dede yadigârı gümüşten işlemeli saati çıkardı cebinden, kaç zaman geçti bilemedi bu saatten, öylece döndü atına, “Yarın” dedi, “Yine geliriz nasılsa.”
Taş sokakların soluğuna doğru sürdüler birbirlerini, vardılar da günün akşamına.
Şehir sessiz, sokaklar tenha…
Huzursuz bir fısıltı rüzgârla taşındı adamın kulağına:
“Yarın! Yarına gitsinler tamamı. Çocukları da beli bükük ihtiyarı da. Ezanlarını da alsınlar yanlarına kara kaplı kitaplarını da!”
Nicedir adamı dağlara süren seslerdi bunlar kesik kesik. Kararmış nefretle, muntazaman tıraşlanmış ağızlardan çıkan.
Adam sesin sahibini aradı kuytularda, sekiz-on basamak inilen loş dükkânın arka köşesinde yakaladı da hemen. Kötü ses nasıl olsa bilinirdi bu diyarda.
Dikildi karşısına kötü sesin, cüssesi iri, kulağı kabarık, hançeresi dolu, kolları pazılarına kadar sıyrık iken.
“Bre ciğersiz, olur mu bu yakışık, alır mı bunu insanlık hem de her gün yüzüme dururken bakıp.
Bilmez misin ki ben de onlardanım ne onların ne de benim dokunur mu sana zararı, şu sakiye sor bir hele ilişmiştir her birimizin size yararı.”
Kötü ses duramadı adamın karşısında, ezildi oturduğu yerden:
“Sen.” dedi önce, “Sen onlar gibi değilsin. Lafım sana değildir.”
“Beni niye ayırırsın bre ahmak. İstersen önce adıma bir bak!”
“Görmedim camiye yürüdüğünü ayaklarının, işte her gece bu kuytudur durağın.”
Adamın yüzü kızardı, sıktı yumruğunu bu utanç, hani, canı da sıkıldı, kocaman bir taş geldi yüreğinin üstüne oturdu.
Kötü ses kalktı ayağa, adamın karşısında durabildi, omzuna da hafiften bir omuzlandı, geçti gitti yanından.
Siyah balçık çamur çekti yine adamı, soluğunu kesti. Ayakları, ağırlaşmış bedenini zar zor attı dışarı.
Kötü ses yankılandı beyninin içinde: “Sen onlar gibi değilsin!”
Çiçeklenmiş bir vişnenin gövdesine yaslandı adam, üşüdü, oturdu, dizlerini gövdesine başını öne eğdi, işte bu haldeyken önce ağladı sonra uyuyakaldı.
Rüyasında adam, akça atının üstünde bir cihandan diğerine koştururken gördü kendini. Beyaz bir gömlek, gökçe bir kılıç. Muzaffer bir kayayı dövüyorken denizin dalgaları, rüzgârını yüzünde hissetti. “Oğul” dedi bir ses, “Yetmez mi bu miskinlik? Sür atını yalçın dağlara bitsin bu sefillik!”
“Allah!” dedi adam doğruldu kalktı vişnenin gölgesinden.
Vakit öğlenken gümbürtüsüyle ayaklarının vardı camiye.
Osman Baba abdest almağa niyetlenmiş, karşıladı adamı.
“Nedir bu ahval evlat? Yüzün kireç, kılığın berbat!”
“Baba! Kılsın beni namaz, ölmeyeyim bu halde, etsene benimçün niyaz!”
Niyetlendiler cümlesine, girdiler mahallenin camdan duvarlı camisine.
Eline emeğine sağlık çok güzel olmuş heyecanla diğer yazılarınızı bekliyoruz inşallah