İstanbul’un hızlı ve hareketli ortamından çıkıp Van gibi küçük bir ilde yaşamaya karar verdiğim zaman, birçok alışkanlığımı da terk etmenin zamanı gelmiştir diye düşünüyordum. Fakat çok kısa bir süre sonra eski alışkanlıkları bırakmanın hiç de kolay olmayacağını öğrenecektim. İstanbul nere, Van nere!
“Kardelen” serüvenini henüz kapatmıştım. Kafamda cevabını bulamamış onlarca soru, hayâl kırıklığı, hayatın ağır tokadı, yalnızlık ve sitem, hezeyanlarımla birlikte kendimi sigaya çekmem, kendimi sorgulamam, özeleştiriye tabi tutmam… Bir Rus köylüsünün dediği gibi “Üstteysen sen yönetirsin ama alttaysan… yönetilirsin!”
İstanbul’un küçük bir kasabası gibi gelen Van’a alışabilmem için üç yıl geçmesi gerekecekti… Bu, geriye dönmemek uğruna benim verdiğim ilk sınavdı. Ama düşündüğüm gibi çıkmadı. Yorulduğumu, artık bu işler için (dergicilik, yayıncılık, editörlük, yazarlık) yaşlandığımı düşündüğüm bir sırada kendimi üniversite camiasının içinden sivrilmiş kişiler, kabiliyetler, entelektüeller arasında buldum. Biraz da onlar kanıma girdiler galiba. Huylu huyundan vazgeçer mi? Geçmez… Yetenekleri keşfettikçe çevrem genişlemeye başladı. Bana bir emniyet sibobu gibi yapıştılar, inzivaya çekilmiş bir bedevi gibi bakmamaya başladılar. Mürekkebin, kâğıdın, matbaanın, tiner kokusunun burnumun direklerini sızlatadurması bir yanda, yeni çevremin de baskılarına dayanamayıp “hazan kültür ve sanatevi”ni kurma teşebbüsünde bulunmamıza neden oldu. Bununla birlikte de “hazan” dergisi yayınına başladı.
Hikâye uzun. Fazla söze hacet yok. Sanatevi bir yıl sürdü, ama “hazan” iki yıl sürdü. Kardelen’in 36. sayıda durduğu gibi hazan da 24. sayıda aradurak dedi. (Nice yıl sonra tekrar çıkmaya başladı Hazan, ikinci dönem olarak 46 sayıya ulaştı) Tabii ki suç hep başkasında değil, en büyük suç benim. Yine de kötümser değilim. Melih Erzen, Mehmet Çelik, Mehmet Feyat, Çağrı Gürel, Nuri Arpalı, Nurullah Ulutaş, Ahmet Kurbani, Abdurrahman Adıyan, Leyla Mihrinaz Engin, Hüseyin Helva, Ramazan Seydaoğlu, Ali Dağer gibi yetenekler (ismini hatırlayamadığım arkadaşlarım varsa beni affetsinler) kendilerini ispatlama imkânı buldular. Üniversite camiasının yardımlarını gözardı edemem. Bekir Oğuzbaşaran başta olmak üzere, Mehmet Çelik, Vefa Taşdelen, Alaattin Karaca, Abdurrahim Tufantoz, Bilal Kemikli gibi hocalar işin başından beri büyük gayret sarfettiler ve destek verdiler.
Araduraktan sonra araya yıllar girdi. Lakin çalışmalar birbirini takip etti. Arkadaşların eserleri çıkmaya başladı. Benim için bunlar gurur kaynağı oldu. Herkes kendi çapında bir yerlere gelmek için uğraş veriyor, çırpınıyordu. Sonra Van’da Âşıklar Çayevini keşfettik. Her cuma akşamı ozanlarla, âşıklarla bir araya toplandık, kimi eserlerini seslendirdi, kimi ustalardan şiirler okudu, kimi sazını kaptı geldi hem saz hem söz meclisine döndü çayevi. Bir kültür yuvası kurma çabası boşa gitmedi.
Derken 2002 yılı Şubat’ında “hazan” tekrar canlandı. Gerçi Eylül’de olmamıştı, kış’ta başlamıştı ama olsun, sanatçıların ve sanatseverlerin yüreği her zaman sımsıcaktır diyorduk.
Bu ara dağılmalar da başladı. Bekir Oğuzbaşaran, Vefa Taşdelen, Mehmet Çelik, Hüseyin Helva, Melih Erzen, Nurullah Ulutaş, Çağrı Gürel, Bilal Kemikli, Hasan Boynukara, Alaattin Karaca, Muhsin Macit birer birer yuvayı terk edip gittiler. İsimlerimize yeni isimler katılmıyor değildi fakat iş ağır seyrediyordu. Gençler yükü omuzladılar, ne yazık ki bizim gibi yaşlıların nefesinin tükendiği gibi, onların da nefesleri çabuk tükendi. İki bin üç yılının yine bir kış sabahı; ocak ayında, yani iki yıl sonra “hazan” 46. sayısıyla kültür ve sanat dünyasına bir durak daha dedi.
Tükenmiştim. Yıkılmıştım. Ayakta zor duruyordum. İlgi ve vefa beklerken tamamen yalnız kalmıştım yine. Arayanım, soranım olmuyordu. Yük ağırlaşmış, zayıf ve cılız bedenim bu ağırlığı çekemiyordu. Devreye başka şeyler, cazibeli cananlar girmişti. Televizyonlar, cep telefonları, internetler, bilmem daha başka neler kara kedi gibi girmişti aramıza, bir araya gelmek için kimse çaba göstermiyordu. Sevgililer çoğalınca her birine ayrı ayrı yetişmek zor oluyordu anlaşılan.
Ve hazanın hüznüyle birlikte “hazan” gönlümüzde bir iz, bir işaret, bir güzellik bırakmışsa, bu arada da insanlara faydalı olabilmişsek ne mutlu bize. Hani şair İlhami Çiçek ne güzel söyler: “Yalnız hüznü vardır kalbi olanın”.
Selam; yüreğini hüzünle besleyene…
Selam; hüznü bir silah gibi kuşanana…
Vefanın, erdemin, onurun kalıcı bekçilerine…
Fotoğraf: Ali İhsan Öztürk / AA